19 Haziran 2009 Cuma

Karamanlılar

23 Kasım 2002 Cumartesi - İstanbul . Telefon çalar…
- ………….Efendim lütfen siz bu yemeğe gelmeyin
- “İyi ama neden? Bu daveti siz yaptınız, neden geri çekiyorsunuz?” Müftülüğün cevabı ilginç:
- “Fener Rum Patriği Bartholomeos, sizin gelmenizi istemiyor! Kostoff ve Erenerol yemeğe katılırsa ben gelmem diyor”.
- “Yani Rum Patriği gelmemizi istemiyor diye bizi yemeğe almayacak mısınız?”
- “Davetimizi geri çekiyoruz! Lütfen gelmeyin!”

27 Kasım 2002 Çarşamba - Bilkent Oteli’nde Diyanet’in verdiği iftar yemeği’nde, zamanın Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz konuyla ilgili şöyle der:
“İftar yemeğine bütün ruhani liderler gibi Selçuk Erenerol’u da davet ettik. Fener Rum Patriği’nin ‘Onlar katılırsa biz katılmayız’ şeklindeki talebi üzerine İstanbul Müftü Yardımcısı Bayram Erdoğan, konuyu Selçuk Erenenol’a aktarmış. Bunun üzerine Erenerol iftara katılmamış, durumu telafi edeceğiz”
16.04.1996 Yeni Yüzyıl Gazetesinden
“Son yıllarda toplumsal hoşgörü temasını en fazla işleyen iki dini lider, Fethullah Gülen ve Fener Rum Patriği Bartholomeos, sıcak bir ortamda bir araya gelerek Türkiye'de Müslüman ve gayrı-Müslim kesimler arasında diyaloğu başlattılar.”
“Bu arada Bartholomeos, Patrikhane'nin sorunlarından söz ederken Heybeliada'daki ruhban okulunun açılması için Fethullah Gülen'dendestek istedi. Konuya sıcak baktığını belirten Fethullah Gülen, mevcut yasalar çerçevesinde böyle bir talebi makul gördüğünü belirtti.”
Peki Aziz Bartholomeos kim? Mustafa Kemal Paşa’nın ifadesi ile “bir fesat ve hıyanet ocağı olan, ülkede ayrılık ve uyuşmazlık tohumları saçan, Hıristiyan hemşerilerimizin huzur ve refahı için de uğursuzluk ve felaket simgesi olan" kurumun başındaki din adamı. Fakat uzun bir süredir içeriden ve dışarıdan aldığı destekle ekümenik davası gütmekte. Oysa Vatikan’daki Papa’nın papalığı nasıl evrensel anlamda kabul gördüyse, bunun otoritesi de aynı o şekilde kabul görmelidir. Fakat Aziz’in bu iddiası evrensel anlamda kabul görmemiştir.
Sırası gelmişken, Patrikhanenin sitesi İngilizce ve Yunanca hazırlanmıştır ve Türkçe hiçbir şey yoktur. Ayrıca Müslüman turist ve ziyaretçilere gösterilen hoyratça tavrı görmek isteyenler, bizzat gidip oradaki görevlilerle iletişim kurmayı deneyerek bunu ilk elden görüp, tecrübe edebilirler. Patrikhanenin ve başındaki adamın hukuk danışmanlığı ve avukatlığını da Kezban Hatemi yapar.
Peki Selçuk Erenerol kim ? 1821 Mora isyanıyla daha da teyakkuza geçmiş olan Rum’ların İstiklal Harbi öncesinde özellikle dış kaynaklı tahriklerin de etkisiyle başkaldırdığı ve yüzlerce yıl kendilerine her türlü imkanı sağlamış bir devlete ihanet içinde bulunduğu dönemlerde ve yurdun işgal altında olduğu günlerde hiç de üzerine vazife değilken Kayseri Zinci(r)dere’de Anadolu Ortodoksları Kongresini toplayıp “Mustafa Kemal’e ve Türk Ordusuna tam destek” kararının alınmasını sağlayan ve bu kararı hayata geçiren kişinin, yani “bana Türk dostu diyorlar, bu koca bir yalan; ben Türk dostu değilim Türk oğlu Türküm” diyen Papa Eftim’in oğlu. Atatürk’ün her daim kollayıp desteklediği ve “Baba Eftim” dediği Yozgat’lı Eftim’in oğlu.
Fakat şu da var ki 1821’de Papazlar tarafından başlatılan Mora isyanıyla beraber artık ele avuca sığmaz olan kimi Rumların ve İstiklal Harbimizde de dış kaynaklı provokasyonlara kapılıp hainlik yapan yine kimi Rumların ve başka azınlıkların çok da masum olmadığı aşikardır. Gel gör ki bunlar için gözyaşı döken zevat (muhtemelen çoğunluğu da demokrattır, zira alışılagelmiş bir demokrat hastalığıdır bu) maalesef Karamanlı Türkler hakkında herhangi bir cümle sarf etmiş değillerdir ve hatta bu mazlumları tanımama ihtimalleri de yüksektir. Mazlum edebiyatı yaparlar ve misyonlarını Anadolu’yu ve Türk’ü yok etmeye adamış olanlar için gözyaşı dökerler ama hakkı yenmiş bir topluluğun adını anmazlar. Çünkü bu onlara prim sağlamaz. Hatta ve hatta kredilerini kaybetmelerine dahi sebep olabilir.
Karamanlılar Anadolu’ya 1071’den daha önce, Balkanlar üzerinden gelmiş olan ve Bizans’la girdikleri yakın ilişkiler sebebiyle Hıristiyan Ortodoks inancını benimsemiş olan Peçenekler ve Uzların torunlarıdır. Malazgirt’te Bizans ordusundan ayrılıp “bunlar da bizim gibi Türkçe konuşuyorlar” dedikleri Alparslan’ın ordusuna katılırlar ve savaşın kazanılmasında etkili olurlar. Anadolu’da yoğun olarak yaşadıkları yerler Aksaray, Niğde ve Nevşehir’dir. Mevlana zamanında toplu olarak İslam’a geçenler de olmuştur.
Karamanlılar Yunan harfleriyle Türkçe yazıp, Türkçe konuşan ve kilisede ibadetlerini Türkçe yapan bir topluluktu. Bugün Gelveri’de bazı eski evlerde Yunan harfleriyle yazılmış “maşallah” ifadelerini görmek mümkündür.
Malazgirt’ten İstiklal Harbine kadar bu toprakların ve Türk Halkının bir parçası olmuş ve ihanet bir yana, ihanet edenlerle savaşmış bir unsur olan Karamanlı Ortodoks Türkler, bu bağlılıklarının karşılığında bakın nasıl bir şekilde ödüllendirildiler.
30 Ocak 1923’te Lozan’da yapılan anlaşmada Nüfus Mübadelesi’nde tek ölçünün “Din” kriteri olarak belirlenmesinden dolayı, bu zorunlu göçe maruz ve kendi vatanlarından ayrılmak zorunda kaldılar. Gittikleri ülke Yunanistan idi ve çoğunluğu tek kelime Yunanca bilmiyordu. Bilenler de işte tek tük. “Türkos sporos” diye anıldılar Yunan ellerinde, yani “Türk tohumu”. Hıristiyan oldukları için Türkiye’de, Türk oldukları için de Yunanistan’da kaybedenleri oynadılar. Torunları halen birkaç sene öncesine kadar Gelveri’ye gelen Karamanlılar yitik bir topluluğun ismidir.
Bu trajik sınıflandırma başka garipliklere de sebep olmuş ve mübadele sebebiyle, Müslüman olduğu halde Türk olmayan on binlerce insan gelmiştir Anadolu’ya.
Karamanlılar aynı zamanda Anadolu’da ve İstanbul’da ticari anlamda önemli bir yer işgal ediyorlar ve havyar, tuzlu balık, pastırma, sucuk ve şarap ticareti yapıyorlardı.
Karamanlıların yaşadığı bu tuhaf ve birçok trajediye sebep olan göç hadisesiyle ilgili olarak “Atatürk yeni bir ülke inşa ediyordu ve elinden geldiğince etnik ve farklı unsurları uzaklaştırmaya çalıştı” gibi bir yaklaşımın sergilenmesi bir yana; Hamdullah Suphi’den öğrendiğimize göre Atatürk’ün son yıllarına damgasını vuran büyük bir pişmanlık vardı ve bu pişmanlığın sebebi ise Karamanlıların bu topraklardan gönderilmesi idi.
"Azınlıkları ülkeden kovmak faşistlikti" diyen Başbakan’ın cümlesini duyduğumda ; azınlık değil, ev sahibi oldukları halde gönderilmeleri göze batmamış, unutulmuş bu kalabalık topluluğun dramı geldi aklıma.

12 Mart 2009 Perşembe

"Bizim Köy" ve Mahmut MAKAL

1930 Yılında Demirci Köy’de yoksul bir çobanın oğlu olarak dünyaya gelen Mahmut MAKAL, eserleri 18 dile çevrilmiş, İvriz Köy Enstitüsü kökenli, idealist bir eğitimcidir.
Mahmut MAKAL 1950’de, Nurgüz Köyü’nde tuttuğu notları bir araya getirerek yazdığı “Bizim Köy” isimli romanıyla, kendisiyle beraber belirecek olan “Köy Romanı” geleneğini de başlatmıştır. Köy gerçeğini yalın bir yolla anlattığı kitapları ve köy sosyolojisine olan katkıları emsalsizdir. O dönemde bir yayınevinin dört baskı yapması da iyi bir gelişmeydi. Bu yolu takip eden ve geliştiren edebiyatçılarımızdan bazıları Fakir BAYKURT, Talip APAYDIN, Orhan KEMAL, Yaşar KEMAL, Necati CUMALİ’dir. Bu tarz edebiyat, genelde Köy Enstitüleri çıkışlı aydınlar tarafından ortaya çıkarılmıştır. MAKAL, kitabının basıldığını ise kolaylıkla öğrenir zira evine baskın yapılmış ve evi aranarak, kitapları götürülmüştür. Hatta dönemin Niğde Valisi İbrahim Kutlar köye gelerek köylülere “aç mısınız, çıplak mısınız” diye bağırmak suretiyle gazete manşetlerindeki yerini almıştır. Tabii ki Mahmut MAKAL bunların ödülünü almakta gecikmedi. Kitap çıktıktan üç ay sonra tutuklandı ama ceza verilmeden salıverildi. Sonrasında da; 1968 Kasım’ında ise, 17 sene yaptığı öğretmenlik mesleğinden “soruşturma ve maaş cezalarından bıktığı için” istifa etmek zorunda kalıyordu.
Romanı ilk okuduğumda, köyüm olan Mamasun’un isminin geçmesinden dolayı çok ilgimi çekmişti. Ama asıl önemlisi: Köy gerçeğinin, köydeki yokluğun, köydeki gözlemlerinin henüz 20’li yaşlarda olan genç bir öğretmen tarafından bu derece dolaysız ve olduğu gibi yazılıyor olmasıydı.
Ayrıca, dalları bugünlere değin uzanan, hem de kırılacakmış gibi gözükmeyen bir anlayışın; sorgulamadan, körü körüne bağlı kalmanın ve kırsalın politikaya ve politikacıya bakış açısının daha iyi anlaşılması için de bu eserin okunması gerekmektedir.
Kendisiyle ve eşiyle 2006 Eylül ayında yaptığım telefon görüşmesinde Aksaray köylerini anlatarak Anadolu’yu sarsan bir yazarın dilinden Aksaray’ı bir kez daha dinlemenin hazzını yaşamıştım.
Bir yazar için, ürettiği eserlerin okunuyor olması ve birçok dile çevrilmesi tabii ki en büyük ödül olsa gerek ama bunun yanında, kitaplarının içeriğine bakılırsa “malum kafa” tarafından defalarca mahkemelerde yargılanması ve bir müddet de cezaevinde yatması, Mahmut MAKAL’ın çizgisi ve eserlerinin etkisi ve verimliliği noktasında bize bilgi vermektedir.
Yakın zamanda Hayal ve Gerçek-yirmi beş yıl sonra Bizim Köy, Yeraltında Bir Anadolu, Deli Memedin Türküsü isimli eserleri Literatür Yayıncılık tarafından tekrar yayınlanan MAKAL’ın Bozkırda Kıvılcım - Enstitülüler, Köy Enstitüleri ve Ötesi, Kuru Sevda ve Memleketin Sahipleri isimli eserleri de tekrar yayınlanmak üzeredir. Geçen sene “Bizim Köy” romanını arayıp bulamadığım Aksaray’da, yeniden basılan bu kitaplarının elden ele dolaşması ne güzel olurdu.
Kendisi 1967 yılında Uluslararası Eğitim Bilim ve Kültür Kuruluşu UNESCO’nun ‘Dünya Kültürüne Hizmet Ödülü’nü aldı. Zamanımızdaki gibi “şikayetçi” ve tribünlere oynayan edebiyatçılardan olmayan MAKAL, yurt içinde de ödüller almıştır. Bunlardan bir tanesi de 1977’de Türk Dil Kurumu tarafından verilen Gezi Ödülü’dür. Eserlerine ve yaptıklarına baktığımız zaman Aksaraylılar olarak Mahmut MAKAL’la ne kadar gurur duysak azdır. Ortaokul yıllarımda bir imza gününe geldiğini hatırlıyorum, dileriz tekrarı olur ve biz de hemşerileri olarak, kendi memleketinde Mahmut MAKAL’ı tekrar görme şansını yakalarız.
M. Aytaç ARIBAŞ

11 Mart 2009 Çarşamba

HALİL CİBRAN - "bir edebiyat sürgünü"

Cibran'ın 1923'te yayınlanan "Prophet/Ermiş" isimli eserinin günümüzde yayınlanan Fransizca baskısının önsözünde öyle diyor Amin Maalouf." Bir edebiyat sürgünü"...
Özellikle ilk aşkını anlattığı eseri olan "Kırık Kanatlar" ile Doğu'nun arabesk kadercilik üzerine kurulu ve adaletten uzak tavrına bir başkaldırı niteliği taşıyan "Asi Ruhlar" isimli eserlerinden sonra aforoz edilip "Bir dağın değil,bir şiirin ismidir" dediği memleketi Lübnan'dan sürgün edilen Cibran'ın, bunların yanında edebi anlamda da sürgüne maruz kaldığından ve hep palto altında okunan bir yazar olduğundan bahseder, memleketlisi olan Maalouf..
"Doğrusu sürgünde geçirdiğim yıllar için pişman değilim" diyen Cibran, o zamanın Arap toplumu parametrelerine baktığımız zaman bu sürgünü hak etmişti. Ki bu parametreler hemen hemen bugün de geçerlidir. Fakat o Doğu'ya, yani ışığın yükseldiği yere yakışanı yapmış, hakikati söylemekten kaçınmamıştır hiçbir zaman. Ne pahasına olursa olsun.
"Eğer benim matemimi kahkahaya, tiksintimi coşkuya, aşırılığımı normale çevirmek isteyen varsa; ona düşen, bana Doğulular arasında adaletli bir yönetici, dürüst bir kanun koyucu, bilgeliğiyle amel eden bir dini lider, karısına kendi nefsine baktığı gözle bakan bir koca göstermektir. Beni dans ederken görmek ve davul zurna çalarken duymak isteyen; beni mezarlar arasında durdurmamalı, düğün evine çağırmalıdır."
Amerika'nın 28. Başkanı olan Woodrow Wilson'un da dediği gibi "O, Batı'yı kasıp kavuran ilk Doğulu fırtınadır." Mehcer edebiyatının öncüsü de Cibran olmuştur. Cibran'ın kaleminde hayat bulan El-Mustafa, hakikati işaret ediyor ve öğretilerini sıralıyorken, bu öğretileri barındıran "Prophet" isimli kitabı 1923'ten bu yana ABD'nin en çok satanlar listesine İncil'in ardından ikinci kitap olarak, bir daha çıkmamak üzere giriyordu. Öyle ki 20.Yüzyılın dünyasında Shakespeare ve Lao Tze'yle beraber en çok okunan 3. ozan olmuştur Cibran. Elvis Presley'in de sıkı bir Cibran hayranı olduğunu ve "Ermiş"in binlerce kopyasını dağıttığını biliyoruz.
60'lı yıllardaki özgürlük rüzgarlarının da beslendiği kaynaklardan olmuştur Cibran'ın kitapları, her zaman olduğu gibi. 1920'lerin sonlarına doğru bir gece vaktinde "Yeryüzü Tanrıları" isimli eserini yazdığı dönemde, dışarıda kar altında yazmak ister eserini. Dışarı çıkar ve Central Park'a gider. Yanına gelen polisler Cibran'a nereli olduğunu sorduktan sonra, polislerden bir tanesi "Sizin oradan bir yazar var, ne zaman ki kitapları evime girdi, eşim bana itaat etmeyi bıraktı, artık benimle tartışabiliyor. Sanırım o yazarın ismi Halil Cibran'dı. Hiç duydun mu bu adamı" der. Cibran da "evet duymuştum" der.
Türkçeye "Ermiş" ve "Nebi" isimleriyle çevrilen "Prophet" isimli kitabındaki El-Mustafa ismini, Hz. Muhammed'i işaret ederek kullandığı iddia edilir. Bu iddia belki doğrudur bilemeyiz ama neticede kitapta gerek Kuran'ı ve gerekse İncil'i anımsatacak yeteri kadar malzeme vardır. Nihayetinde "Göğsümün bir yanında İsa, diğer yanında ise Muhammed oturur" sözü de Cibran'a aittir. "İnsanoğlu İsa" isimli eseriyle de İsa'yı insan olarak farklı bir açıdan ele almış ve kitabın her pasajında farklı bir insanın ağzından anlatmıştır.
Mehcer Edebiyatı'nın kurucularından olan Cibran, Amerika'da aynı zamanda kendisi gibi Arap olan edebiyatçı ve sanatçılarla birlikte "Golden Circle" yani Altın Halka isminde bir Arap birliği kurmuştu fakat birliğin çalışmaları, toplantıları uzun soluklu olamamıştı.
"Sırtını güneşe çevirirsen, gölgenden gayrı bir şey göremezsin. Onlara güneşi işaret ettim, onlar parmaklarıma baktılar."
İlk ve karşılıklı aşkı olan Selma Karamy ile yaşadığı yasak aşkın son perdesinde sevgilisinin mezarına kapanıp ağlayan Cibran'ın aşkları da kendine özgüydü. 1912'den ta ki vefat ettiği tarih olan 1931'e kadar, kendisi gibi bir Arap edebiyatçı olan Nasıra doğumlu Mey Ziyade hanımefendi ile büyük bir aşk yaşadı. Her ikisi de bir araya gelebilecek imkanlara sahip olmalarına rağmen, okuduğumuz mektuplarında da şahitlik ettiğimiz bu yüce aşka rağmen (veya bu yüce aşktan dolayı) ne birbirlerinin sesini duymuşlar ve ne de bir kez olsun bir araya gelmişlerdir. Zahiri anlamda sadece mektuplarla iletişim kurmuşlardı. Cibran'ın vefatından sonra Ziyade hanımefendi bir süre psikolojik tedavi görmüş ve sonrasında da ruhsal durumu bir türlü eskisi gibi olamamıştır.
"Dudaklarımı kutsal ateşle yıkadım, aşktan bahsetmek için."
William Blake'e olan edebi benzerliğiyle anılan Cibran 1908 - 1910 yılları arasında, hemşerisi ve dostu olan Youssef El-Hoveyyik ile geldiği Paris'te Rodin'le tanışmış olmakla beraber, bu süreçte Nietzsche'nin de eserleriyle tanışmış ve ondan çok etkilenmiştir. Daha sonra bu etkilenmeyi "Nietzsche kelimeleri ağzımdan çalmış" diyerek ifade edecektir. "Rodin" demişken... Bazı kaynaklarda Cibran'ın Rodin'den ders aldığından bahsedilmesine rağmen, Cibran'la anılarını kitaplaştıran Youssef El-Hoveyyik'in ifadesiyle Cibran Rodin'den hiçbir zaman ders almamıştır. Fakat Hoveyyik, bahsi geçen anı kitabında, Cibran'ın da eserlerinin sergilendiği bir sergiyi  Rodin'in de ziyaret ettiğinden bahseder. Başka da bir anı yoktur bugüne kadar gelen.
25 - 27 yaşları arasında bulunduğu ve kendisine çok katkı sağlayan Paris döneminde her hafta sonu Louvre Müzesi'ne gitmeyi ihmal etmeyen Cibran, bir müzede saatlerce izlediği bir kadın heykelinden sonra müzeden çıkarken "o saatlerce izlediği kadın heykeline saygısızlık olmaması için kafasını yere eğerek ve gözlerini kısarak çıktığından" bahseder mektuplarının birinde.
"Beşeri kanunları yalnızca iki kişi çiğner; deli ve dahi. Bu ikisidir, Allah'ın kalbine en yakın insan."
Cibran'ın Nietzsche'ye olan ilgisinin yanında, her ikisinin de hayatı incelendiğinde, maalesef bu her iki müstesna insanın da rahatsız bir ruha sahip olduğunu ve hayatlarını sıkıntıyla ve hastalıklarla boğuşarak noktaladığını görebiliyoruz. Cibran, hayranlarıyla buluştuğu bir gün ansızın gelen ağlama krizinin ardından, bir süre sonra kanser olduğunu öğrenmekle birlikte doktorların yasaklamasına rağmen alkol tüketimini artırır ve sürecin daha da hızlı işlemesine sebep olur.
Öyle ki New York sosyetesi "Halil Cibran Şiir Geceleri" düzenleyip şampanyalar patlatırken o, "tapınağım" dediği ve hem sanatsal faaliyetleri için ve hem de evi olarak kullandığı dairede, başucunda Mihail Nuayme ile ölümü bekliyordu.
" 'Hak edene vereceğim!' dersiniz oysa bahçenizdeki meyve ağaçları ve otlağınızdaki sürü böyle demez. Onlar yaşayabilmek için, yok olmamak için verirler. Emin olun ki, gündüz ve geceleri yaşayacak kadar değeri olan insan, ona vereceğiniz her şeyi alacak değerdedir."
Çetin Altan'ın da sık sık Hewingway'dan alıntı yaptığı gibi "mutlu bir çocukluk geçirmiş kişi, edebiyatçı olmaz" gerçeği Cibran'ın hayatında da çıkar karşımıza. Babasıyla yaşadıkları sorunlar neticesinde çok küçük yaşlarda annesiyle İngiltere'ye gelmek zorunda kalan Cibran hayatının hiçbir döneminde düzenle bir aile yaşantısına sahip olmamıştır. Ne evlat ve ne de aile babası olarak.
Yalnızlığı çok sevmiştir her dem. Ki zamanın ve mekanın ötesine eserler bırakan, ismi sonsuza dek yaşayacak olan nice faninin gölgesi ve arzusu olmuştur yalnızlık. Cibran da, etrafını kuşatan nice kalabalığa rağmen "ruh" anlamında yalnız bir insandı. Belki de bundan dolayı bir yazısında "Acaba Tanrı bana acıyıp da bir sağırlık hediye etmez mi!" diye serzenişte bulunmuştu.
"Bence bir hastalığın en iyi tedavisi inzivadır."
Kimi hikayelerinde de işlediği gibi "reenkarnasyon" düşüncesi hiç de uzak değildi Cibran'a. Belki de bu sayede, hep özlemini hissettiği o kutsal vadiye ve sedir ağaçlarına, ölümünden sonra kavuşmayı umut ediyordu. Kim bilir...
48 yaşında yumdu gözlerini ve geride yüzlerce tablo ile sekizi İngilizce, sekizi de Arapça yazılmış olmak üzere tam 16 eser bıraktı. Hep bir şiire benzettiği Lübnan'da yaşamak istiyordu ileriki yıllarda. Bu dünyadan erken yaşta ayrılmasaydı belki de o da sırdaşı ve dostu olan Mihail Nuayme gibi bir asırlık bir hayat yaşayacak ve Quadicha Vadisi kenarında, sedir ormanlarının çevirdiği ve içerisinde İştar ile Nasıralı İsa'nın resimleri olan tapınaklara yakın bir evde münzevi bir hayat sürecekti.
"Öleceğim ve ruhum bir süre dinlenecek ve sonra bir kadın gebe kalacak bana ve yeniden dünyaya geleceğim."
Sürgün hayatı vefatından sonra da devam etti. Doğduğu ve anasının atalarının din adamlığı yaptığı ve kendisinin aforoz edildiği kiliselere sahip bu ülkenin Bhserri Köyü yakınlarındaki Quadicha Vadisi'ne bitişik Mar Sarkis Manastırına gelen cenazesi, önce birkaç sene başka kiliselerde bekletildikten sonra, buraya getirilebildi. Fakat sürgünlük bununla da bitmemiş olacak ki, üzerinde "Gözlerinizi kapayın ve bakın etrafınıza, beni göreceksiniz, ben yanınızdayım." şeklinde, kendisine ait bir cümlesi bulunan mezarından çalınan kemikleri şimdi kim bilir nerde bu sürgünlük hayatını devam ettirmektedir. Meczuplar lahiti de çalmasınlar diye, mermer lahit yere zincirlenmiş şekilde tutulmaktadır şimdi.
"Gerçek dansınızı, toprak el ve ayaklarınızı geri istediğinde yapacaksınız."
Hala hakikati seslediğinden şüphe yok Cibran'ın. Zira en son birkaç sene evvel Mısır Enformasyon Bakanlığı tarafından, kitaplarının Mısır'da satılması yasaklandı. Ama ne olursa olsun, ruhu ve gönlü Doğu'nun erdeminden, hikmetinden nasiplenmek isteyenlerin kıyamete kadar beslenebilecekleri kaynaklardan birisi olarak kalacaktır Cibran.

M.Aytaç ARIBAŞ