7 Ocak 2016 Perşembe

ABDALLARIN DİYARINDA

1950 senesinin bir günü…..Şehrimizin tek eczacısı olan Vasıf bey, o zamanlar henüz genç olan ve şimdi 87 yaşında olan dedeme der ki “evladım benim Aksaray’dan ayrılma zamanım geldi, ben senelerce bu şehirde eczacılık yaptım, hemen herkesle alışverişim oldu, arabanla beni ev ev gezdirebilir misin, insanlardan helallik almak istiyorum”.
O zamanlar merkez nüfusu yaklaşık 10000 olan Aksaray’ı, dedemin söylediğine göre dört günde ev ev dolaşırlar ve Vasıf bey İstanbul Kızıltoprak’a göçmeden önce Aksaray’lılarla helalleşerek ayrılır ve birkaç sene sonra da İstanbul’da vefat eder. Küçük kızı Neşe Can dedemin Aksaray Cumhuriyet İlkokulu’ndan sıra arkadaşıdır.
Böyle bir babanın evladıdır Fikret Otyam. 1926’da Aksaray’da dünyaya gelmiştir.
Kendisini ilk kez 1997 senesinin Ağustos ayında Hacı Bektaş Şenlikleri esnasında görmüştüm.
Daha sonra 11 Şubat 2004’te askerliğimi yapmakta olduğum İstanbul’da açmış olduğu bir sergide kendisini ziyaret etme şansım olmuş ve kendi kendime vermiş olduğum doğum günü hediyem olmuştu bu ziyaret. Fikret Otyam’ı tanımak, onunla çok nadir de olsa telefon ile görüşmek, sergisini gezmek ve onu Hacı Bektaş Şenlikleri için geldiği ilçede boynunda on iki köşeli teslim taşı ile görmek heyecan vericiydi. Fikret Otyam genelde ressam yönü ile bilinse de Türkiye’nin ilk köy filmlerinden biri olan “Toprak” isimli filmin senaryosunu yazmış ve bu filmi 1952’de Aksaray’da çekmiştir. Özellikle Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinden çok sayıda türkü derlemiştir ve bunlardan bazıları halen TRT’de çelik kasalarda saklanmaktadır.
2000’li yılların başlarında, henüz yakası açılmamış bazı türküleri çalıp söyleyip kaydederek kendisine dinletme bahtiyarlığına erişmiştim.
Kore’ye sürekli tamamlamalı bir askeri birlik göndererek Türk evlatlarını sebepsizce harcayan Menderes’e kalemini satarak yalvar yakar yazdığı mektuplar daha birkaç sene önce ortaya dökülen Necip Fazıl’ın ismi Aksaray’ın cadde ve okullarına verildi ve lakin ne Aksaray’da doğup, edebiyat, resim, fotoğraf ve hatta sinema alanlarında onlarca eser bırakmış olan Fikret Otyam’ın ve ne de “Bizim Köy” gibi bir eseri Türk Edebiyatı’na kazandıran ve 1967'de Unesco tarafından dünya gençliğine örnek insan olarak seçilen Mahmut Makal’ın ismi Aksaray’ın ne bir sokağına ve ne de bir okuluna verildi.
Bu iki usta evrensel ölçeklerde eserler ortaya koyarak, Çetin Altan’ın deyimiyle “insanlığın ortak bahçesine bir karanfil bırakmak” konusunda üzerlerine düşeni fazlasıyla yerine getirmişlerdir.
Hayatlarındaki” başarı” ölçüsü, kaynak belirtmeden kullandığı (ç)alıntı bilgileri derleyip kitap yayımlayan 10. sınıf gazetecilerin (!) kafa göz yaran imla hatalarıyla dolu propaganda yazılarında kendi isimlerini görmek olanların, Otyam’ın veya Makal’ın isimlerinin Aksaray’ın caddelerine verilmesi gibi bir derdi olmaması çok normal ve hatta bu durum Otyam ve Makal için gurur verici olsa gerek. 
Neyse….75 yaşındayken, kendisine bir kaset gönderen 25 yaşındaki bir gence “o  çaldığın semah değil, semah böyle olur” diyerek sayfalar dolusu açıklamayı hazırlayıp faks ile gönderen Fikret Otyam da her canlı gibi ölümle buluştu ve biz cenazesine gidip “hakkını helal et” diyemesek dahi, birkaç gün sonrası için bir program yaparak, mezarını ziyaret ettik bir rahmet duası okumak istedik.
“Böbrek nakli düşünmüyor musunuz” diye sorduğumuzda, “üç yaşındaki bebeler böbrek beklerken, bu yaşta böbrek nakli için başvurmak benim neyime” demişti.
Pazar sabahı erkenden başlayan yolculuğumuzun ilk durağı Kırşehir Bağbaşı Mahallesi idi. Sulucakarahöyük’e gidip de , hemen yanındaki Kırşehir’deki Alevi Türkmen Abdalları ziyaret etmemek olmazdı.
Bağbaşı Mezarlığı…….bilinen en eski temsilcilerinden biri 1835 doğumlu Toklumen’li Aşık Sait olan Bozlak geleneğinin (Keskin’de yatan Hacı Taşan’ı saymazsak)  en büyük üstadlarının yattığı mezarlık. Mezarlık Bağbaşı Mahallesi’nin yanı başında, akıp giden hayatın tam ortasında. Mezarlığa girdiğimizde ilk gideceğimiz yeri bilerek büyük siyah mezar taşına doğru yürüdük. Benim deyimimle “babasının ayak ucuna yatmış”, arkadaşımın deyimiyle “sırtını babasına dayamış” olarak bulduk “Garip”in mezarını. Seneler evvel, 2003’te dolunaylı bir Kapadokya akşamında Ürgüp’te verdiği konseri hatırladım. “Neşet’in tüm türkülerini biliriz” diyen bizlere; bir kaç saat boyunca, neredeyse tamamını ilk kez duyduğumuz türküler havalandırmıştı.
Neşet Ertaş bile babasının ayak ucunda yatıyorken, burada Muharrem Ertaş’ı sonraya bırakmak ne haddimize !  90’lı yılların ortalarında Tempo veya Aktüel dergilerinden birinde yayımlanan bir  röportajında Arif Sağ diyor ki  “Kalktı Göç  Eyledi Avşar Elleri isimli bozlağı ben  çalıp söyleyemem. Zira Muharrem Ertaş o bozlakta bağlamasından at kişnemesi, şimşek, fırtına, yağmur sesleri çıkarmış, ben bunu yapamam”.
1913’te Yağmurlubüyükoba’da başlayan hayatı, 1984’te Bağbaşı’nda iki göz bir evde yoksulluk içinde son bulan Muharrem Ertaş’ın atalarının Horasan’dan Sivas’a, oradan da Kırşehir’e geldiği bilinmektedr. Maalesef gençlik yıllarına ait ses kayıtları yoktur, eldeki kayıtların tamamına yakını son dönemlerine ait kayıtlardır.
Muharrem Ertaş, Çetin Altan’ın “varlıklı olmak mı yoksa var olmak mı” denkleminin en iyi örneklerinden biridir. Yoklukla başlayıp yoklukla biten bir hayatın içinden geçip, geride ismini kıyamete kadar “var” edecek yüksek nitelikli bir müzik birikimi bırakmıştır. “Var olmak” için varlıklı olmaya, torpil yaptırmaya, ihale almaya, ve yalan söylemeye gerek duymamıştır. Abdaldır onlar. Hani şu yoksulluk içinde yaşamak pahasına, Anadolu bozkırının müzik mayasını çalan  ve Anadolu insanın acısını-kıvancını bozlaklarla yüreğimize işleyen Abdallar. Toklumenli Aşık Sait, Muharrem Ertaş, Hacı Taşan,  Neşet Ertaş, Seyit Çevik, Zurnacı Ayvaz Başaran, Çekiç Ali….ve daha nicesi.

Sıkıntıyla geçen kısacık ömrü, geçirdiği rahatsızlık sonucu henüz 40’lı yaşların başındayken noktalanan, bu toprakların en yanık seslerinden Çekiç Ali’yi ziyaret etmeden gitmek olur mu ?“Zeynebim, Kızılırmak, Sarı Yazma…” gibi unutulmaz türküler okuyan Çekiç Ali (Ali Ersan) de Bağbaşı Mezarlığı’nda yatıyor. Neşet Ertaş’ın deyimiyle “Bağlamanın Pehlivanı” olan Çekiç Ali’nin mezarını da ziyaret ettikten sonra oradan ayrıldık ve mezarlığın hemen yanında bulunan, Muharrem Ertaş’ın son günlerini de geçirdiği evine gittik. Ev kapalıydı ama boş odaları gözümüzle tarayarak, büyük ozanımızın o evdeki varlığını düşünmeye çalıştım, bir zamanlar bu kapılardan girip çıkmış, bu avluda, bahçede oturmuştu. Komşusu Ayvaz Başaran ve Çekiç Ali ile birlikte bu evin önünde oturup hasbihal etmişti.

Sonra, daha önce mezarlık görevlilerine sorarak yerini öğrendiğimiz Zurnacı Ayvaz Başaran’ın evine uğramak istedik. Kendisini “Abdallar” belgeseliyle tanıdığım ve hatta belgeselde “kızı bırakırsan ya davulcuya, ya da zurnacıya kaçar” sözünün kendisine ne kadar dokunduğunu uzun uzun anlatan, Neşet Ertaş’ın çocukluk arkadaşı Ayvaz Başaran’ı da ziyaret etmek istemiştik ama kendisinin biraz önce çarşıya indiğini öğrenerek biz de Kırşehir Abdallarının kahvehanelerinin toplandığı Uzun Çarşı mıntıkasına gitmek üzere Bağbaşı’ndan ayrıldık.


Uzun Çarşı’da Abdalların uğrak yeri olan kahvehaneler var. Ayvaz Başaran’ı kardeşiyle birlikte aradık ama orada da bulamayınca, Abdalların kahvelerinin birinde biraz dinlenip, Hacıbektaş’a gitmek üzere Kırşehir’den ayrıldık.