1950 senesinin bir günü…..Şehrimizin tek eczacısı olan Vasıf bey, o
zamanlar henüz genç olan ve şimdi 87 yaşında olan dedeme der ki “evladım benim
Aksaray’dan ayrılma zamanım geldi, ben senelerce bu şehirde eczacılık yaptım,
hemen herkesle alışverişim oldu, arabanla beni ev ev gezdirebilir misin,
insanlardan helallik almak istiyorum”.
O zamanlar merkez nüfusu yaklaşık 10000 olan Aksaray’ı, dedemin
söylediğine göre dört günde ev ev dolaşırlar ve Vasıf bey İstanbul
Kızıltoprak’a göçmeden önce Aksaray’lılarla helalleşerek ayrılır ve birkaç sene
sonra da İstanbul’da vefat eder. Küçük kızı Neşe Can dedemin Aksaray Cumhuriyet
İlkokulu’ndan sıra arkadaşıdır.
Böyle bir babanın evladıdır Fikret Otyam. 1926’da Aksaray’da dünyaya
gelmiştir.
Kendisini ilk kez 1997 senesinin Ağustos ayında Hacı Bektaş Şenlikleri
esnasında görmüştüm.
Daha sonra 11 Şubat 2004’te askerliğimi yapmakta olduğum İstanbul’da
açmış olduğu bir sergide kendisini ziyaret etme şansım olmuş ve kendi kendime
vermiş olduğum doğum günü hediyem olmuştu bu ziyaret. Fikret Otyam’ı tanımak,
onunla çok nadir de olsa telefon ile görüşmek, sergisini gezmek ve onu Hacı
Bektaş Şenlikleri için geldiği ilçede boynunda on iki köşeli teslim taşı ile
görmek heyecan vericiydi. Fikret Otyam genelde ressam yönü ile bilinse de Türkiye’nin
ilk köy filmlerinden biri olan “Toprak” isimli filmin senaryosunu yazmış ve bu
filmi 1952’de Aksaray’da çekmiştir. Özellikle Doğu ve Güney Doğu Anadolu
bölgelerinden çok sayıda türkü derlemiştir ve bunlardan bazıları halen TRT’de
çelik kasalarda saklanmaktadır.
2000’li yılların başlarında, henüz yakası açılmamış bazı türküleri çalıp
söyleyip kaydederek kendisine dinletme bahtiyarlığına erişmiştim.
Kore’ye sürekli tamamlamalı bir askeri birlik göndererek Türk
evlatlarını sebepsizce harcayan Menderes’e kalemini satarak yalvar yakar
yazdığı mektuplar daha birkaç sene önce ortaya dökülen Necip Fazıl’ın ismi
Aksaray’ın cadde ve okullarına verildi ve lakin ne Aksaray’da doğup, edebiyat,
resim, fotoğraf ve hatta sinema alanlarında onlarca eser bırakmış olan Fikret
Otyam’ın ve ne de “Bizim Köy” gibi bir eseri Türk Edebiyatı’na kazandıran ve 1967'de Unesco tarafından dünya gençliğine örnek
insan olarak seçilen Mahmut Makal’ın ismi Aksaray’ın ne bir sokağına ve ne de
bir okuluna verildi.
Bu iki usta evrensel
ölçeklerde eserler ortaya koyarak, Çetin Altan’ın deyimiyle “insanlığın ortak
bahçesine bir karanfil bırakmak” konusunda üzerlerine düşeni fazlasıyla yerine
getirmişlerdir.
Hayatlarındaki” başarı”
ölçüsü, kaynak belirtmeden kullandığı (ç)alıntı bilgileri derleyip kitap
yayımlayan 10. sınıf gazetecilerin (!) kafa göz yaran imla hatalarıyla dolu
propaganda yazılarında kendi isimlerini görmek olanların, Otyam’ın veya
Makal’ın isimlerinin Aksaray’ın caddelerine verilmesi gibi bir derdi olmaması
çok normal ve hatta bu durum Otyam ve Makal için gurur verici olsa gerek.
Neyse….75 yaşındayken, kendisine
bir kaset gönderen 25 yaşındaki bir gence “o
çaldığın semah değil, semah böyle olur” diyerek sayfalar dolusu
açıklamayı hazırlayıp faks ile gönderen Fikret Otyam da her canlı gibi ölümle
buluştu ve biz cenazesine gidip “hakkını helal et” diyemesek dahi, birkaç gün
sonrası için bir program yaparak, mezarını ziyaret ettik bir rahmet duası
okumak istedik.
“Böbrek nakli düşünmüyor
musunuz” diye sorduğumuzda, “üç yaşındaki bebeler böbrek beklerken, bu yaşta
böbrek nakli için başvurmak benim neyime” demişti.
Pazar sabahı erkenden
başlayan yolculuğumuzun ilk durağı Kırşehir Bağbaşı Mahallesi idi.
Sulucakarahöyük’e gidip de , hemen yanındaki Kırşehir’deki Alevi Türkmen
Abdalları ziyaret etmemek olmazdı.
Bağbaşı Mezarlığı…….bilinen
en eski temsilcilerinden biri 1835 doğumlu Toklumen’li Aşık Sait olan Bozlak
geleneğinin (Keskin’de yatan Hacı Taşan’ı saymazsak) en büyük üstadlarının yattığı mezarlık.
Mezarlık Bağbaşı Mahallesi’nin yanı başında, akıp giden hayatın tam ortasında.
Mezarlığa girdiğimizde ilk gideceğimiz yeri bilerek büyük siyah mezar taşına
doğru yürüdük. Benim deyimimle “babasının ayak ucuna yatmış”, arkadaşımın
deyimiyle “sırtını babasına dayamış” olarak bulduk “Garip”in mezarını. Seneler
evvel, 2003’te dolunaylı bir Kapadokya akşamında Ürgüp’te verdiği konseri
hatırladım. “Neşet’in tüm türkülerini biliriz” diyen bizlere; bir kaç saat
boyunca, neredeyse tamamını ilk kez duyduğumuz türküler havalandırmıştı.
Neşet Ertaş bile babasının
ayak ucunda yatıyorken, burada Muharrem Ertaş’ı sonraya bırakmak ne haddimize
! 90’lı yılların ortalarında Tempo veya
Aktüel dergilerinden birinde yayımlanan bir
röportajında Arif Sağ diyor ki
“Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri
isimli bozlağı ben çalıp söyleyemem.
Zira Muharrem Ertaş o bozlakta bağlamasından at kişnemesi, şimşek, fırtına,
yağmur sesleri çıkarmış, ben bunu yapamam”.
1913’te Yağmurlubüyükoba’da
başlayan hayatı, 1984’te Bağbaşı’nda iki göz bir evde yoksulluk içinde son
bulan Muharrem Ertaş’ın atalarının Horasan’dan Sivas’a, oradan da Kırşehir’e
geldiği bilinmektedr. Maalesef gençlik yıllarına ait ses kayıtları yoktur,
eldeki kayıtların tamamına yakını son dönemlerine ait kayıtlardır.
Muharrem Ertaş, Çetin
Altan’ın “varlıklı olmak mı yoksa var olmak mı” denkleminin en iyi
örneklerinden biridir. Yoklukla başlayıp yoklukla biten bir hayatın içinden
geçip, geride ismini kıyamete kadar “var” edecek yüksek nitelikli bir müzik
birikimi bırakmıştır. “Var olmak” için varlıklı olmaya, torpil yaptırmaya,
ihale almaya, ve yalan söylemeye gerek duymamıştır. Abdaldır onlar. Hani şu
yoksulluk içinde yaşamak pahasına, Anadolu bozkırının müzik mayasını çalan ve Anadolu insanın acısını-kıvancını
bozlaklarla yüreğimize işleyen Abdallar. Toklumenli Aşık Sait, Muharrem Ertaş,
Hacı Taşan, Neşet Ertaş, Seyit Çevik,
Zurnacı Ayvaz Başaran, Çekiç Ali….ve daha nicesi.
Sıkıntıyla geçen kısacık
ömrü, geçirdiği rahatsızlık sonucu henüz 40’lı yaşların başındayken noktalanan,
bu toprakların en yanık seslerinden Çekiç Ali’yi ziyaret etmeden gitmek olur mu
?“Zeynebim, Kızılırmak, Sarı Yazma…” gibi unutulmaz türküler okuyan Çekiç Ali (Ali
Ersan) de Bağbaşı Mezarlığı’nda yatıyor. Neşet Ertaş’ın deyimiyle “Bağlamanın
Pehlivanı” olan Çekiç Ali’nin mezarını da ziyaret ettikten sonra oradan
ayrıldık ve mezarlığın hemen yanında
bulunan, Muharrem Ertaş’ın son günlerini de geçirdiği evine gittik. Ev kapalıydı
ama boş odaları gözümüzle tarayarak, büyük ozanımızın o evdeki varlığını
düşünmeye çalıştım, bir zamanlar bu kapılardan girip çıkmış, bu avluda, bahçede
oturmuştu. Komşusu Ayvaz Başaran ve Çekiç Ali ile birlikte bu evin önünde
oturup hasbihal etmişti.
Sonra, daha önce mezarlık
görevlilerine sorarak yerini öğrendiğimiz Zurnacı Ayvaz Başaran’ın evine
uğramak istedik. Kendisini “Abdallar” belgeseliyle tanıdığım ve hatta
belgeselde “kızı bırakırsan ya davulcuya, ya da zurnacıya kaçar” sözünün
kendisine ne kadar dokunduğunu uzun uzun anlatan, Neşet
Ertaş’ın çocukluk arkadaşı Ayvaz Başaran’ı da ziyaret etmek istemiştik ama
kendisinin biraz önce çarşıya indiğini öğrenerek biz de Kırşehir Abdallarının
kahvehanelerinin toplandığı Uzun Çarşı mıntıkasına gitmek üzere Bağbaşı’ndan
ayrıldık.
Uzun Çarşı’da Abdalların
uğrak yeri olan kahvehaneler var. Ayvaz Başaran’ı kardeşiyle birlikte aradık
ama orada da bulamayınca, Abdalların kahvelerinin birinde biraz dinlenip, Hacıbektaş’a
gitmek üzere Kırşehir’den ayrıldık.