25 Nisan 2017 Salı

Bizi de gör ey Türk Hava Yolları !!!

23 Mayıs 2017’de Cezayir’in başkenti Alger’de başlayacak olan Batimatec Fuarı’na katılmak üzere 21 Mayıs tarihinde saat 13:00’de Nevşehir Havalimanı’na ulaştık. Havalimanı üzerinde fırtına meydana geldiği gerekçesiyle, ilk önce uçağımız bir saat rötar edildi ve sonra da iptal oldu. Bunun üzerine bize birkaç saat sonraki bir uçak için bilet verdiler. Fakat bu arada biz o uçağın da iptal olması ihtimaline karşılık, 4440849 numaralı THY Çağrı Merkezi’ni arayarak, akşam 22:00’de hareket edecek olan İstanbul-Cezayir uçağına yetişemeyebileceğimizi, dolayısıyla Kayseri, Ankara gibi Nevşehir’e yakın sayılabilecek olan  havalimanlarından hareket edecek bir İstanbul uçağından bize yer vermelerini rica ettik.
Karşımdaki hanımefendi bana iki cümle söyledi.
1.       Nevşehir Havalimanı bakıma girdiği için kapalı. Oradan aradığınıza emin misiniz ?
2.       İlgili uçuş numarasına bağlı olan uçuş henüz iptal edilmiş görünmüyor, dolayısıyla herhangi bir işlem yapamam.
Ben de kendisine “Nevşehir Havalimanı madem kapalı, nasıl oluyor da  uçuşumu  görebiliyorsunuz “ diye sorarak zaman harcamak istemedim. Fakat karşımdaki hanımefendi seviyemi koruduğumu görünce, daha da üzerime geldi ve bana “yardımcı olmamı istediğiniz başka bir şey var mı” diyerek beni tahrik etmeye devam etti. Ben de usulünce kendisine “Apronda deve kesmeyle, içinden taze tezek kokusu yayılan gazeteleri dağıtmakla (çocukluğum Tuz Gölü havzasında hayvan otlatmakla geçti, bilirim)  ve Morgan Freeman’ı reklam yüzü yapmakla olmuyor. İşinizi yapamıyorsunuz” diyerek yanıt verdim ve daha fazla yardıma ihtiyacım olmadığını ifade ederek çok teşekkür ettim.
İkinci uçağı da iptal ettiler, üçüncü uçağımız ise Kayseri’den hareket edecekti ve biz arabamızla Kayseri’ye gidip, havalimanının otoparkına arabamızı bıraktık ve İstanbul’a geldik. İstanbul’a indiğimizde ise dönüş biletimizin Nevşehir’e olması ve fakat arabamızın Kayseri’de olması sebebiyle, dönüşümüzü İstanbul – Kayseri olarak güncellemelerini istedik. THY ofisi bize adeta “sizin çileniz dolmamış, arayın şu numarayı da döngünüzü tamamlayın” dercesine,  4440849’u aramamızı tavsiye etti. Aradığımda her karşıma çıkan kişiye derdimi anlatıyordum ve o da bir başkasına bağlıyordu. Sonunda dördüncü kişiye de derdimi anlattıktan sonra, beni 6-7 dakikalık bir bekleme sürecine aldı.  Sonrasında bir şikayet formu doldurmamız gerektiğini söyledi. Benim verdiğim sözlü talebe istinaden onlar bilgi girişini yaptılar ve bana bir de numara vererek, onunla takip etmem gerektiğini söylediler.  Ertesi gün beklediğim sonucu aldım, talebimiz olumsuz yanıtlanmıştı. İstanbul- Nevşehir biletimiz yanacak ve onun yerine tekrar üç kişilik İstanbul – Kayseri bileti almak zorunda kalacaktık.
Sonuç olarak
·         Cezayir uçağımız kaçtı, yerine ceza ödeyerek bir sonraki güne yeni bir bilet aldık.
·         Dönüş iç hat biletimiz yandı, yerine yeni bilet almak zorunda kaldık.
·         THY yaptığı siyasi ve liyakattan uzak  kadrolaşma sonucunda ülkenin, müşteri memnuniyetinden en uzak hizmetini veren kuruluşu olma iddiası güttüğünü ispatlamış oldu.
·         Deve kesmenin herhangi bir şeye faydası olmadığını öğrenmiş olduk. İnsanların başarılarının din-siyasi görüş gibi kriterlerle hiçbir ilişkisi olmadığını gördük.
·         Zaten sürekli zarar etmekte olan THY’nin bu yönetim anlayışıyla batmasının bile mümkün olabileceğini gördük.
·         Tüm bunlara rağmen, zamanında kalkan uçakların, doğru işleyen timetable’ların, uçaklarda düzenli yemek servisi olmasının bir lütuf olduğunu ve bunların da oraya torpilsiz giren kişilerin sayesinde yürüdüğünü düşünüyoruz.
Cezayir’ gitmek üzere koltuğuma oturduğumda, önümde duran Skylife dergisini incelemek istedim ve kapağı ilgimi çekti. “Türk Hava yolları Somali’ye Yardım Ediyor” (#TurkishAirlinesHelpSomalia) diyerek hamasetin dibine vuruyordu kapak. Kendisinden hizmet almak için kucak dolusu para veren yolcularına azap çektiren ve onların makul taleplerini bile karşılamayan THY, Somali’ye yardım ediyordu.  Bunu görünce dayanamadım ve o sırada bana doğru yaklaşmakta olan hostes hanımefendiye  “biraz da bizi görseniz” dedim. Ne dediğimi anlamadığını söyledi ama “önemli değil “ diyerek riski savuşturdum.
Değişik tarihi şahsiyetlere atfedilen “milletler hak ettikleri gibi yönetilirler” sözünü pekala şirketlere de uyarlayabilir ve “şirketler er veya geç hak ettikleri yere gelirler”  diyebiliriz. Böyle giderse THY’nin nereye gideceği de aşikar.



7 Ocak 2016 Perşembe

ABDALLARIN DİYARINDA

1950 senesinin bir günü…..Şehrimizin tek eczacısı olan Vasıf bey, o zamanlar henüz genç olan ve şimdi 87 yaşında olan dedeme der ki “evladım benim Aksaray’dan ayrılma zamanım geldi, ben senelerce bu şehirde eczacılık yaptım, hemen herkesle alışverişim oldu, arabanla beni ev ev gezdirebilir misin, insanlardan helallik almak istiyorum”.
O zamanlar merkez nüfusu yaklaşık 10000 olan Aksaray’ı, dedemin söylediğine göre dört günde ev ev dolaşırlar ve Vasıf bey İstanbul Kızıltoprak’a göçmeden önce Aksaray’lılarla helalleşerek ayrılır ve birkaç sene sonra da İstanbul’da vefat eder. Küçük kızı Neşe Can dedemin Aksaray Cumhuriyet İlkokulu’ndan sıra arkadaşıdır.
Böyle bir babanın evladıdır Fikret Otyam. 1926’da Aksaray’da dünyaya gelmiştir.
Kendisini ilk kez 1997 senesinin Ağustos ayında Hacı Bektaş Şenlikleri esnasında görmüştüm.
Daha sonra 11 Şubat 2004’te askerliğimi yapmakta olduğum İstanbul’da açmış olduğu bir sergide kendisini ziyaret etme şansım olmuş ve kendi kendime vermiş olduğum doğum günü hediyem olmuştu bu ziyaret. Fikret Otyam’ı tanımak, onunla çok nadir de olsa telefon ile görüşmek, sergisini gezmek ve onu Hacı Bektaş Şenlikleri için geldiği ilçede boynunda on iki köşeli teslim taşı ile görmek heyecan vericiydi. Fikret Otyam genelde ressam yönü ile bilinse de Türkiye’nin ilk köy filmlerinden biri olan “Toprak” isimli filmin senaryosunu yazmış ve bu filmi 1952’de Aksaray’da çekmiştir. Özellikle Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinden çok sayıda türkü derlemiştir ve bunlardan bazıları halen TRT’de çelik kasalarda saklanmaktadır.
2000’li yılların başlarında, henüz yakası açılmamış bazı türküleri çalıp söyleyip kaydederek kendisine dinletme bahtiyarlığına erişmiştim.
Kore’ye sürekli tamamlamalı bir askeri birlik göndererek Türk evlatlarını sebepsizce harcayan Menderes’e kalemini satarak yalvar yakar yazdığı mektuplar daha birkaç sene önce ortaya dökülen Necip Fazıl’ın ismi Aksaray’ın cadde ve okullarına verildi ve lakin ne Aksaray’da doğup, edebiyat, resim, fotoğraf ve hatta sinema alanlarında onlarca eser bırakmış olan Fikret Otyam’ın ve ne de “Bizim Köy” gibi bir eseri Türk Edebiyatı’na kazandıran ve 1967'de Unesco tarafından dünya gençliğine örnek insan olarak seçilen Mahmut Makal’ın ismi Aksaray’ın ne bir sokağına ve ne de bir okuluna verildi.
Bu iki usta evrensel ölçeklerde eserler ortaya koyarak, Çetin Altan’ın deyimiyle “insanlığın ortak bahçesine bir karanfil bırakmak” konusunda üzerlerine düşeni fazlasıyla yerine getirmişlerdir.
Hayatlarındaki” başarı” ölçüsü, kaynak belirtmeden kullandığı (ç)alıntı bilgileri derleyip kitap yayımlayan 10. sınıf gazetecilerin (!) kafa göz yaran imla hatalarıyla dolu propaganda yazılarında kendi isimlerini görmek olanların, Otyam’ın veya Makal’ın isimlerinin Aksaray’ın caddelerine verilmesi gibi bir derdi olmaması çok normal ve hatta bu durum Otyam ve Makal için gurur verici olsa gerek. 
Neyse….75 yaşındayken, kendisine bir kaset gönderen 25 yaşındaki bir gence “o  çaldığın semah değil, semah böyle olur” diyerek sayfalar dolusu açıklamayı hazırlayıp faks ile gönderen Fikret Otyam da her canlı gibi ölümle buluştu ve biz cenazesine gidip “hakkını helal et” diyemesek dahi, birkaç gün sonrası için bir program yaparak, mezarını ziyaret ettik bir rahmet duası okumak istedik.
“Böbrek nakli düşünmüyor musunuz” diye sorduğumuzda, “üç yaşındaki bebeler böbrek beklerken, bu yaşta böbrek nakli için başvurmak benim neyime” demişti.
Pazar sabahı erkenden başlayan yolculuğumuzun ilk durağı Kırşehir Bağbaşı Mahallesi idi. Sulucakarahöyük’e gidip de , hemen yanındaki Kırşehir’deki Alevi Türkmen Abdalları ziyaret etmemek olmazdı.
Bağbaşı Mezarlığı…….bilinen en eski temsilcilerinden biri 1835 doğumlu Toklumen’li Aşık Sait olan Bozlak geleneğinin (Keskin’de yatan Hacı Taşan’ı saymazsak)  en büyük üstadlarının yattığı mezarlık. Mezarlık Bağbaşı Mahallesi’nin yanı başında, akıp giden hayatın tam ortasında. Mezarlığa girdiğimizde ilk gideceğimiz yeri bilerek büyük siyah mezar taşına doğru yürüdük. Benim deyimimle “babasının ayak ucuna yatmış”, arkadaşımın deyimiyle “sırtını babasına dayamış” olarak bulduk “Garip”in mezarını. Seneler evvel, 2003’te dolunaylı bir Kapadokya akşamında Ürgüp’te verdiği konseri hatırladım. “Neşet’in tüm türkülerini biliriz” diyen bizlere; bir kaç saat boyunca, neredeyse tamamını ilk kez duyduğumuz türküler havalandırmıştı.
Neşet Ertaş bile babasının ayak ucunda yatıyorken, burada Muharrem Ertaş’ı sonraya bırakmak ne haddimize !  90’lı yılların ortalarında Tempo veya Aktüel dergilerinden birinde yayımlanan bir  röportajında Arif Sağ diyor ki  “Kalktı Göç  Eyledi Avşar Elleri isimli bozlağı ben  çalıp söyleyemem. Zira Muharrem Ertaş o bozlakta bağlamasından at kişnemesi, şimşek, fırtına, yağmur sesleri çıkarmış, ben bunu yapamam”.
1913’te Yağmurlubüyükoba’da başlayan hayatı, 1984’te Bağbaşı’nda iki göz bir evde yoksulluk içinde son bulan Muharrem Ertaş’ın atalarının Horasan’dan Sivas’a, oradan da Kırşehir’e geldiği bilinmektedr. Maalesef gençlik yıllarına ait ses kayıtları yoktur, eldeki kayıtların tamamına yakını son dönemlerine ait kayıtlardır.
Muharrem Ertaş, Çetin Altan’ın “varlıklı olmak mı yoksa var olmak mı” denkleminin en iyi örneklerinden biridir. Yoklukla başlayıp yoklukla biten bir hayatın içinden geçip, geride ismini kıyamete kadar “var” edecek yüksek nitelikli bir müzik birikimi bırakmıştır. “Var olmak” için varlıklı olmaya, torpil yaptırmaya, ihale almaya, ve yalan söylemeye gerek duymamıştır. Abdaldır onlar. Hani şu yoksulluk içinde yaşamak pahasına, Anadolu bozkırının müzik mayasını çalan  ve Anadolu insanın acısını-kıvancını bozlaklarla yüreğimize işleyen Abdallar. Toklumenli Aşık Sait, Muharrem Ertaş, Hacı Taşan,  Neşet Ertaş, Seyit Çevik, Zurnacı Ayvaz Başaran, Çekiç Ali….ve daha nicesi.

Sıkıntıyla geçen kısacık ömrü, geçirdiği rahatsızlık sonucu henüz 40’lı yaşların başındayken noktalanan, bu toprakların en yanık seslerinden Çekiç Ali’yi ziyaret etmeden gitmek olur mu ?“Zeynebim, Kızılırmak, Sarı Yazma…” gibi unutulmaz türküler okuyan Çekiç Ali (Ali Ersan) de Bağbaşı Mezarlığı’nda yatıyor. Neşet Ertaş’ın deyimiyle “Bağlamanın Pehlivanı” olan Çekiç Ali’nin mezarını da ziyaret ettikten sonra oradan ayrıldık ve mezarlığın hemen yanında bulunan, Muharrem Ertaş’ın son günlerini de geçirdiği evine gittik. Ev kapalıydı ama boş odaları gözümüzle tarayarak, büyük ozanımızın o evdeki varlığını düşünmeye çalıştım, bir zamanlar bu kapılardan girip çıkmış, bu avluda, bahçede oturmuştu. Komşusu Ayvaz Başaran ve Çekiç Ali ile birlikte bu evin önünde oturup hasbihal etmişti.

Sonra, daha önce mezarlık görevlilerine sorarak yerini öğrendiğimiz Zurnacı Ayvaz Başaran’ın evine uğramak istedik. Kendisini “Abdallar” belgeseliyle tanıdığım ve hatta belgeselde “kızı bırakırsan ya davulcuya, ya da zurnacıya kaçar” sözünün kendisine ne kadar dokunduğunu uzun uzun anlatan, Neşet Ertaş’ın çocukluk arkadaşı Ayvaz Başaran’ı da ziyaret etmek istemiştik ama kendisinin biraz önce çarşıya indiğini öğrenerek biz de Kırşehir Abdallarının kahvehanelerinin toplandığı Uzun Çarşı mıntıkasına gitmek üzere Bağbaşı’ndan ayrıldık.


Uzun Çarşı’da Abdalların uğrak yeri olan kahvehaneler var. Ayvaz Başaran’ı kardeşiyle birlikte aradık ama orada da bulamayınca, Abdalların kahvelerinin birinde biraz dinlenip, Hacıbektaş’a gitmek üzere Kırşehir’den ayrıldık. 

26 Eylül 2012 Çarşamba

Akbabalar


"Bunca erler evliyalar
Türkü sever türkü söyler
Görür gözlü enbiyalar
Türkü sever türkü söyler Türk'üm diyen"
Neşet Ertaş


Kuvvetle ihtimal Akhunların (eftalitler) torunları olan Abdalların bilinen son temsilcisi ve bana göre Anadolu’nun yaşayan son iki bağlamalı dervişinden biri olan Neşet Ertaş’ın vefatı; aslında tropikal-ılıman bölgelerde sık görülen akbabaların Kırşehir semalarında da ortaya çıkmasına sebep oldu.

Ankara ve İstanbul’da tuzluk satışlarının tavan yaptığı son iki gündür, tuzluğu kapan soluğu Kırşehir’de aldı.

Oğuz Aral’ın ifadesiyle Türkçe’yi yayan en önemli unsurlardan biri Kırşehir yöresi Abdallarıdır. O yörenin evladı olan Neşet Ertaş’ın toprağa verildiği günün Türk Dili Bayramı’na denk gelmesi ne kadar da manidar.

95 yılında üniversite öğrencisi iken bir akşam Tatlıses’in programında izlemiştim Neşet Ertaş’ı ilk kez. Programda söylediği türkülerin hiçbiri aklımda kalmadı ama büyük ustayı bir sonraki hafta başka bir programa davet etmeleri karşısında kendisinin verdiği cevap halen hatırımdadır “haftaya Almanya’da düğünde çalacağım” gitmek zorundayım.

Kökeni İslamiyetten önceki dönemlere dayanan müzik geleneğimizin son temsilcilerinden biri olan ve Hacı Taşan, Çekiç Ali ve Muharrem Ertaş’ın çizgisinden gelmekle birlikte onların yorumculuk özelliğine ilaveten bir de milyonların ve yüzlerce sanatçının ezberine ve repertuarına girmiş türkülerin bestecisi olan bu ozan düğünlerde çalarak hayatını kazanmaya çalışıyordu.

O sanki yeryüzüne müzik elçisi olarak gelmişti ve amacı ise müziği kullanarak insanlara öğüt vermek, kimi zaman ellerine kaşık verip oynatmak ve kimi zaman da ağlatmak idi.

Kimi zaman kitapları dört satıra indirdi…

İnsanlar kendini bilebilseydi
Dünyada haksızlık kavga olmazdı
İnsan doğan yine insan ölseydi
Belki de dünyada hayvan kalmazdı

Türkiye’de “müzik” denince akla gelen genç isimlerin canlı yayınlarda “çişim geldi” dediği tarihlerde; 62 yaşındaki Neşet Ertaş, Cemil Topuzlu’da verdiği konserde “ceketimi çıkarabilir miyim” diye izin istiyordu izleyicilerden.

Anadolu’da “daha kefeni kurumadan” derler. Değil kefen, merhumun henüz cenazesi dahi yıkanmadan Alevi-Bektaşi dernekleri koştu hastanenin bahçesine ve üstadın 74 yıl bu inanç doğrultusunda yaşadığınısöyleyerek, onu cemevinden uğurlamak istediklerini söylediler ki, Konya Eflatun Manastırı’nda dersler veren Mevlana’nın vefatından sonra İsevilerin ve Müslümanların Konya’da “o bizdendi ve bizim inancımıza göre toprağa verilecek”minvalli yaptığı kavga geldi aklımıza. Fakat her iki müdahalenin çıkış noktalarının ve amaçlarının aynı olduğu iddia edilebilir mi ?

Merak ettiğim bir şey var. Gece yarısını geride bıraktığımız şu saatlerde Kırşehir Belediye Başkanı’nın huzurlu bir uyku uyuyup uyumadığını ve cenazeden döndükten sonra elini yüzünü yıkarken aynaya baktığında utanıp utanmadığını merak ediyorum. Tabut üzerine “Kırşehir Belediyesi” yazdırarak eminim ki binlerce insan tarafından sevgi sözcükleriyle anıldı(!) ve anılmaya devam edecek. Reklamı hedefine ulaşmış oldu böylece. Şu an toprağın altında yatan bir insanın tabutunu reklam malzemesi yapmaktan dolayı, sıcak yatağında rahat bir uyku uyuyor olmalı şu saatlerde.

Üstadın unutulmaması için en önemli adımı Turkcell attı ve tüm abonelerine bir mesaj göndererek, bilmem ne yapmaları durumunda cep telefonlarına Neşet Ertaş Türkülerini melodi olarak satın alabilecekleri müjdesini verdi onlara. Aynı Turkcell, Evrim Teorisi’nin en büyük soru işaretlerinden olan “ara geçiş formu”nun yaşayan cevabı olan Ajdar’da bir gün giderse acaba hangi şarkısını gönderecek cep telefonlarına, merak ediyorum.

Üstad, vefatından birkaç sene evvel TV’de beraber programa çıktığı Başbakan RTE yine sigara şov yapıyorken, kendisine “fakirin bir sigarası var, ona da ellemeyin” şeklinde bir serzenişte bulunmuştu da RTE zora düştüğü zamanlarda yaptığı gibi gülerek geçiştirmeye çalışmıştı bunu. Asistanıtarafından” en az 40 aileye baktığını biliyorum” diye anlatılan Ertaş’ın cenazesinde RTE yine kürsüye çıkıp adalet sembolü Ömer’in dininden olan insanlara yine Ömer’in dinini kullanarak propaganda yaptı. Asistanının “en az 40 aileye baktığını biliyorum” dediği Ertaş’ın cenazesinde ; kendi evlatları askere gitmezken, parası olan gençlerin askere gitmeyip, parası olmayanların askere gittiği ve rahatlıkla ölebildiği bir ülkeyi yöneten, insanların oy tercihlerini makarna paketiyle şekillendiren ve bir gün önce yedinci uçağını alan bir başbakan dinsel konuşmalar yaparak kalabalıklara seslendi. İzmir’deki evine hırsızın girmesi ve bazı eşyaları alması karşısında “ evime hırsızın girmesine üzülmüyorum, bu ülkenin evlatlarının hırsızlık yapmak zorunda kalmasına üzülüyorum” diyen Neşet Ertaş’ın cenazesinde, son birkaç aydır Hatay’da sebep oldukları adli vaka 200’ü geçen Suriye’li mültecilere 400 milyon dolar para harcayan bir başbakan din odaklı bir konuşma yaptı.

Asla bir popüler kültür ikonu olmayan ve adeta bir mütevazılık abidesi gibi yaşayıp gitmiş olan Neşet Ertaş’ın cenazesinin sömürü amaçlı kullanılması insanın zoruna gidiyor. Para, oy, reklam için insanların ve kurumların bu kadar alçaklaşması ve bu kadar nefsi, menfaate dönük bir şekilde ahlaksızca çırpınmaları geldiğimiz seviyesizliğin resmidir.

Üstadın gidişi ile Anadolu’da bir dönem kapandı. Kültürümüzde ve bu topraklardan beslenenlerde hakkı çoktur.

Allah rahmet eylesin.


10 Eylül 2010 Cuma

Sarkis'in Türküsü

1912 yılının sıcak bir Ağustos günü, Mamasın Köyü’nün doğusunda yer alan Kadıbaş mevkiindeki bağlarda bir yandan bozum zamanı yaklaşan kendi bağındaki üzümleri incelemekle, bir yandan da türkü söylemekle meşguldü Gelverili Sarkis Efendi;

“değmeyin gazele yerde kurusun
hasretiyle gönül yanıp kavrulsun
tabipler dermanım nereden bilsin
derdim lokmanı da zora düşürdü”

Gelveri’nin eski tüccarlarındandı Sarkis Efendi. Yıllarca İstanbul’da peynir, pastırma ve balık ticareti ile ilgilenmiş, sonra da işi oğullarına ve damadına devredip Gelveri’ye geri dönmüştü. Mamasın’daki bu bağı da bir alacak – verecek meselesinden dolayı almak zorunda kalmıştı. Gelveri’ye yerleşeli beş sene olmuştu aşağı yukarı. Ev dışındaki zamanını bazen at sırtında buraya gelerek, bazen dostlarıyla ve bazen de ava giderek geçiriyordu. Bağın üzümünde gözü yoktu, hasatta çıkan üzümü Mamasın’da, yolda veya Gelveri’de karşısına çıkanlara dağıtırdı genelde. Bağı kabul etmesinin ve buraya gelip gitmesinin asıl sebebi, yakın dostu olan Mamasınlı Şammas Ağa’yı görmesine vesile olacak olmasıydı.
Bağda gezinmekten sıkılınca, Şammas Ağa’yı görmek için köyün içine gitmek üzere atına bindi. Atında bir gariplik vardı. Gelveri’ye yerleştiği günlerde ava gittiği Hasan Dağı’ndan yakaladığı bu yılkı atını, eve getirmiş ve yavaş yavaş evcilleştirmişti. Atın beyaz ağırlıklı rengi, onu diğerlerinden ayırıyordu. Bugün bir tuhaflık vardı atın üzerinde ve sanki köye gitmek istemiyordu. Bir türlü yönünü köye dönmeyen atı köye götürmek için sırtından indi ve onu çeke çeke köye götürdü. Hayvanın huysuzluğu ta sabahtan başlamıştı. Sabah evden çıkıp atını her zaman bağladığı yere gittiğinde onu görememiş ve ipini koparıp avludan çıkmış olduğunu görmüştü. İlk kez olmuştu böyle bir şey.
Şammas Ağa’nın evine vardığında dışarıda kimse yoktu. Avludan içeri girdi ve evin kapısına yaklaşarak seslendi.
- Şammas Ağa orda mısın ?
- Babam yok Sarkis amca, meydana gitti
- Tamam yavrum, ben onu bulurum şimdi.
Şammas Ağa köyün muhtarı olmakla birlikte, ihtiyacı olanların her türlü ihtiyacına da koşan babacan bir insandı. Köyde çok sevilir ve sayılırdı.
Sarkis Efendi köyün erkeklerinin toplandığı köy meydanına giderken tekkenin yanından geçiyordu . Tekkeyi ziyaret etmek için, atını tekkenin girişine bağladı ve içeriye girdi.
Yöredeki Müslümanların “Pir Şammas” , Hıristiyanların ise “Aziz Mamas” diye andıkları bir din adamının türbesi idi burası. Cuma günü Müslümanların, Pazar günü de civardaki Hıristiyanların ibadet ettikleri bir dini mekan idi.
Tekkeden çıktıktan sonra, halen huysuzluğu devam eden atını sürükleyerek köyün meydanına vardı. Vakit ikindiye geldiği ve güneşin etkisi zayıflamaya başladığı için insanlar bağlara çalışmaya gitmiş ve köyün meydanında fazla kimse kalmamıştı.
- Gününüz hayrolsun beyler, Şammas Ağa’yı gördünüz mü ?
- Hoş geldin Sarkis Efendi, Şammas Ağa camide, birazdan gelir.
- O vakit bekleyim bende.

Ve birazdan Şammas Ağa gelir…
- Hoş geldin Sarkis Efendi, nasılsın ?
- Hoşbulduk Şammas Ağa. İyiyim. Sen nasılsın ?
- İyiyim sağolasın.
- Bağa geldim. Seni de görmeden gitmek istemedim.
- İyi yapmışın Şammas Ağa. Evvelki gün ava gitmek istedim ama son anda tüfeğimin bozulduğunu gördüm. Köyün öteki tarafında oturan Haceli’nin tüfeğini emanet aldım, şimdi o da ava gidecek ve benden tüfeği bekliyor. Bana bir müsaade edersen evden tüfeği alıp Haceli’ye verip geleyim. Hem eve de söyleyim de yemeği erken hazırlasınlar. Böylece erkenden yeriz beraber, sen de karanlığa kalmadan yola çıkarsın.
- Tamam, dedi Sarkis Efendi. Başka söyleyecek söz de kalmamıştı zaten kendisine. Ama aklına kendi atını Şammas Ağa’ya vermek geldi ve bunu teklif etti ona.
- İyi olur, eve gidene kadar vakit kaybetmem bu sayede, dedi Şammas Ağa.
Ve Şammas ağa huysuzlanan ata binip uzaklaştı…
Yaklaşan akşam ezanı için ihtiyarlar köy meydanına gelmeye başlamışlardı. Şammas Ağa gecikmişti. Sarkis Efendi hiç endişelenmedi bu gecikmeden. Belki de bir işi çıkmıştır, diye düşündü.
Şammas Ağa geldi birazdan, gelirken tarlaya uğrayıp mahsule baktığını ve bu yüzden biraz geciktiğini söyledi. Yemek yemek ve sohbetlerine orada devam etmek üzere eve gittiler ve yemekten sonra evin balkonuna geçip; eskileri anıp, birer kahve içtiler. Sarkis Efendi gitmek üzere hazırlanmaya başladı . Şammas Ağa ile karısını Gelveri’ye davet ettikten sonra, onlarla vedalaştı ve atına doğru hareket etti.
Şammas Ağa’nın biraz geç dönmesi, yemek ve kahve faslının uzaması neticesinde Sarkis Efendi Gelveri’ye gitmek üzere hareket ettiğinde, hava kararmaya yaklaşmıştı. En iyi şartlarda, gitmesi iki saatini alırdı.
Hasan Dağı tarafından yükselmiş, bembeyaz bir dolunay, karanlığın belini kırıyordu. “Şansım yaver gitti” diye düşündü Sarkis efendi.
Atının yanına vardığında, huysuzluğunun devam ettiğini gördü. At yine inat ediyordu hareket etmemek için. Fakat Sarkis Efendi zorlayınca çok inat etmedi ve uysallaştı.
Göstürk Köyü’ne kadar dörtnala sürdüğü atını dinlendirmek ve su içirmek için bir çeşmenin başında durdu Sarkis Efendi. İleriden gelen tüfek seslerine bakılırsa, ava çıkanlar olmuştu. Yaz günü ve bazen de kışları köylüler hem vakit geçirmek ve hem de yemek için av hayvanı vurmaya yabana çıkarlardı.
Sarkis Efendi atının bir süre dinlenmesini ve suyunu içmesini bekledikten sonra yanına giderek yelesini okşadı ve tıpkı çocuğuyla konuşurmuş gibi konuştu onunla. Havaya baktı ve bir yıldızın kaydığını gördü göğün yüzünde. Evinden ayrı kaldığı akşamlarda, hayat arkadaşını çok çabuk özler ve bir an önce onun yanına gitmeyi isterdi. Gelveri’ye giden kestirme bir yol vardı. Şammas Ağa’nın babasıyla çok iyi bir dostluğu bulunan babası ile Mamasın’a gelirken bu kestirme yolu kullanırlardı hep. Yolun nerden geçtiğini hatırladığını sanıyordu. Tahmin ettiği yere doğru sürdü atını. Yolu henüz bulamamıştı ama gittiği yer de fena değildi. Nihayetinde Gelveri’nin ne tarafta olduğunu biliyor ve atını da o tarafa doğru sürüyordu. Ihlara’dan gelen ırmağın geçtiği yere yaklaşmıştı. Suyun geçtiği yataktan nasıl geçebileceğini hiç hesaba katmamıştı. Yola geri çıkıp köprüden geçecek olsa hayli zaman kaybedecekti. “O tarafta da insanlar var, nasıl olsa geçecek bir şeyler yapılmıştır” diye düşünerek yola devam etti. Irmağa yaklaştığında suyun sesini duymadığının farkına vardı. Zira Ağustos sıcağı ve bahçelerin sulanmasından dolayı su azalmıştı ve bu da Sarkis Ağa’nın işini kolaylaştırmıştı. Oradan çıkınca ilerideki ağaçlı sahaya girdi ve ihtiyaç gidermek için atından indi.
Tam atına binmek için ona doğru yürüdüğü sırada, bir tüfek sesi duyuldu. Patlama sesiyle birlikte Sarkis Efendi boğazından yaralanmış olarak yere yuvarlandı. Atı ise tüfeğin sesiyle birlikte ürküp dört nala koşmaya başladı. Bir Ağustos günü Hasan Dağı eteklerindeki bir avda Sarkis Efendi’nin kendisinin yakalayıp eğittiği ve çok sevdiği atı ; beş yıllık bu yoldaşlığın bitmemesi için Sarkis Efendi’yi belki de uyarmıştı ama başarılı olamamıştı. Avla başlayan yoldaşlık, yine avla bitmişti. Ağaçların arasına geldiğinde ihtiyaç için atından inen Sarkis Efendi farkında olmadan ağaçların arasında gizlenmiş ve kendisini av zanneden bir köylü tarafından vurulmuştu. Vuran avcı ise Mamasın’dan Haceli idi……
Avcılar bu hayati hatanın farkına varıp müdahale ettiklerinde artık çok geçti. Sarkis Ağa’yı tanıyan bir köylü onun Gelveri’li olduğunu söyledi. Önden giden bir grup, Sarkis Efendi’nin oturduğu mahalle olan Hengameci Mahallesi’nin muhtarına durumu anlatıp, ailesine açıklama konusunda kendisinden yardım istediler. Böyle bir ucuz ölüme dayanmak zordu. Sadece bir kış geçti üstünden, ikinci kışı görmeden Sarkis Efendi’nin karısı da düştü toprağa. Şimdi ikisi de Gelveri’deki eski mezarlıkta yatarlar koyun koyuna. Atı bir daha gören olmadı. Şammas Ağa ise, bu en yakın dostunun sonunun bu şekilde gelmesinden en çok kendini sorumlu tuttu. Çok geçmeden, o da göçüp gitti . Bu olay üzerine yakılan türkü ise unutulmaya yüz tutmuştur şimdi...


Yol mu yoktu Mamasın’dan bu yana
Sarkis ağam goydun gittin bizleri
Nalet olsun kör tetiğe basana
Sarkis ağam goydun gittin bizleri
Yüreklere attın gittin közleri

Kara haber hanesinde duyuldu
Kara kazan ateşlere sürüldü
Ağıt feryad Hengameci’yi aldı
Sarkis ağam goydun gittin bizleri
Yüreklere attın gittin közleri

19 Haziran 2009 Cuma

Karamanlılar

23 Kasım 2002 Cumartesi - İstanbul . Telefon çalar…
- ………….Efendim lütfen siz bu yemeğe gelmeyin
- “İyi ama neden? Bu daveti siz yaptınız, neden geri çekiyorsunuz?” Müftülüğün cevabı ilginç:
- “Fener Rum Patriği Bartholomeos, sizin gelmenizi istemiyor! Kostoff ve Erenerol yemeğe katılırsa ben gelmem diyor”.
- “Yani Rum Patriği gelmemizi istemiyor diye bizi yemeğe almayacak mısınız?”
- “Davetimizi geri çekiyoruz! Lütfen gelmeyin!”

27 Kasım 2002 Çarşamba - Bilkent Oteli’nde Diyanet’in verdiği iftar yemeği’nde, zamanın Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz konuyla ilgili şöyle der:
“İftar yemeğine bütün ruhani liderler gibi Selçuk Erenerol’u da davet ettik. Fener Rum Patriği’nin ‘Onlar katılırsa biz katılmayız’ şeklindeki talebi üzerine İstanbul Müftü Yardımcısı Bayram Erdoğan, konuyu Selçuk Erenenol’a aktarmış. Bunun üzerine Erenerol iftara katılmamış, durumu telafi edeceğiz”
16.04.1996 Yeni Yüzyıl Gazetesinden
“Son yıllarda toplumsal hoşgörü temasını en fazla işleyen iki dini lider, Fethullah Gülen ve Fener Rum Patriği Bartholomeos, sıcak bir ortamda bir araya gelerek Türkiye'de Müslüman ve gayrı-Müslim kesimler arasında diyaloğu başlattılar.”
“Bu arada Bartholomeos, Patrikhane'nin sorunlarından söz ederken Heybeliada'daki ruhban okulunun açılması için Fethullah Gülen'dendestek istedi. Konuya sıcak baktığını belirten Fethullah Gülen, mevcut yasalar çerçevesinde böyle bir talebi makul gördüğünü belirtti.”
Peki Aziz Bartholomeos kim? Mustafa Kemal Paşa’nın ifadesi ile “bir fesat ve hıyanet ocağı olan, ülkede ayrılık ve uyuşmazlık tohumları saçan, Hıristiyan hemşerilerimizin huzur ve refahı için de uğursuzluk ve felaket simgesi olan" kurumun başındaki din adamı. Fakat uzun bir süredir içeriden ve dışarıdan aldığı destekle ekümenik davası gütmekte. Oysa Vatikan’daki Papa’nın papalığı nasıl evrensel anlamda kabul gördüyse, bunun otoritesi de aynı o şekilde kabul görmelidir. Fakat Aziz’in bu iddiası evrensel anlamda kabul görmemiştir.
Sırası gelmişken, Patrikhanenin sitesi İngilizce ve Yunanca hazırlanmıştır ve Türkçe hiçbir şey yoktur. Ayrıca Müslüman turist ve ziyaretçilere gösterilen hoyratça tavrı görmek isteyenler, bizzat gidip oradaki görevlilerle iletişim kurmayı deneyerek bunu ilk elden görüp, tecrübe edebilirler. Patrikhanenin ve başındaki adamın hukuk danışmanlığı ve avukatlığını da Kezban Hatemi yapar.
Peki Selçuk Erenerol kim ? 1821 Mora isyanıyla daha da teyakkuza geçmiş olan Rum’ların İstiklal Harbi öncesinde özellikle dış kaynaklı tahriklerin de etkisiyle başkaldırdığı ve yüzlerce yıl kendilerine her türlü imkanı sağlamış bir devlete ihanet içinde bulunduğu dönemlerde ve yurdun işgal altında olduğu günlerde hiç de üzerine vazife değilken Kayseri Zinci(r)dere’de Anadolu Ortodoksları Kongresini toplayıp “Mustafa Kemal’e ve Türk Ordusuna tam destek” kararının alınmasını sağlayan ve bu kararı hayata geçiren kişinin, yani “bana Türk dostu diyorlar, bu koca bir yalan; ben Türk dostu değilim Türk oğlu Türküm” diyen Papa Eftim’in oğlu. Atatürk’ün her daim kollayıp desteklediği ve “Baba Eftim” dediği Yozgat’lı Eftim’in oğlu.
Fakat şu da var ki 1821’de Papazlar tarafından başlatılan Mora isyanıyla beraber artık ele avuca sığmaz olan kimi Rumların ve İstiklal Harbimizde de dış kaynaklı provokasyonlara kapılıp hainlik yapan yine kimi Rumların ve başka azınlıkların çok da masum olmadığı aşikardır. Gel gör ki bunlar için gözyaşı döken zevat (muhtemelen çoğunluğu da demokrattır, zira alışılagelmiş bir demokrat hastalığıdır bu) maalesef Karamanlı Türkler hakkında herhangi bir cümle sarf etmiş değillerdir ve hatta bu mazlumları tanımama ihtimalleri de yüksektir. Mazlum edebiyatı yaparlar ve misyonlarını Anadolu’yu ve Türk’ü yok etmeye adamış olanlar için gözyaşı dökerler ama hakkı yenmiş bir topluluğun adını anmazlar. Çünkü bu onlara prim sağlamaz. Hatta ve hatta kredilerini kaybetmelerine dahi sebep olabilir.
Karamanlılar Anadolu’ya 1071’den daha önce, Balkanlar üzerinden gelmiş olan ve Bizans’la girdikleri yakın ilişkiler sebebiyle Hıristiyan Ortodoks inancını benimsemiş olan Peçenekler ve Uzların torunlarıdır. Malazgirt’te Bizans ordusundan ayrılıp “bunlar da bizim gibi Türkçe konuşuyorlar” dedikleri Alparslan’ın ordusuna katılırlar ve savaşın kazanılmasında etkili olurlar. Anadolu’da yoğun olarak yaşadıkları yerler Aksaray, Niğde ve Nevşehir’dir. Mevlana zamanında toplu olarak İslam’a geçenler de olmuştur.
Karamanlılar Yunan harfleriyle Türkçe yazıp, Türkçe konuşan ve kilisede ibadetlerini Türkçe yapan bir topluluktu. Bugün Gelveri’de bazı eski evlerde Yunan harfleriyle yazılmış “maşallah” ifadelerini görmek mümkündür.
Malazgirt’ten İstiklal Harbine kadar bu toprakların ve Türk Halkının bir parçası olmuş ve ihanet bir yana, ihanet edenlerle savaşmış bir unsur olan Karamanlı Ortodoks Türkler, bu bağlılıklarının karşılığında bakın nasıl bir şekilde ödüllendirildiler.
30 Ocak 1923’te Lozan’da yapılan anlaşmada Nüfus Mübadelesi’nde tek ölçünün “Din” kriteri olarak belirlenmesinden dolayı, bu zorunlu göçe maruz ve kendi vatanlarından ayrılmak zorunda kaldılar. Gittikleri ülke Yunanistan idi ve çoğunluğu tek kelime Yunanca bilmiyordu. Bilenler de işte tek tük. “Türkos sporos” diye anıldılar Yunan ellerinde, yani “Türk tohumu”. Hıristiyan oldukları için Türkiye’de, Türk oldukları için de Yunanistan’da kaybedenleri oynadılar. Torunları halen birkaç sene öncesine kadar Gelveri’ye gelen Karamanlılar yitik bir topluluğun ismidir.
Bu trajik sınıflandırma başka garipliklere de sebep olmuş ve mübadele sebebiyle, Müslüman olduğu halde Türk olmayan on binlerce insan gelmiştir Anadolu’ya.
Karamanlılar aynı zamanda Anadolu’da ve İstanbul’da ticari anlamda önemli bir yer işgal ediyorlar ve havyar, tuzlu balık, pastırma, sucuk ve şarap ticareti yapıyorlardı.
Karamanlıların yaşadığı bu tuhaf ve birçok trajediye sebep olan göç hadisesiyle ilgili olarak “Atatürk yeni bir ülke inşa ediyordu ve elinden geldiğince etnik ve farklı unsurları uzaklaştırmaya çalıştı” gibi bir yaklaşımın sergilenmesi bir yana; Hamdullah Suphi’den öğrendiğimize göre Atatürk’ün son yıllarına damgasını vuran büyük bir pişmanlık vardı ve bu pişmanlığın sebebi ise Karamanlıların bu topraklardan gönderilmesi idi.
"Azınlıkları ülkeden kovmak faşistlikti" diyen Başbakan’ın cümlesini duyduğumda ; azınlık değil, ev sahibi oldukları halde gönderilmeleri göze batmamış, unutulmuş bu kalabalık topluluğun dramı geldi aklıma.

12 Mart 2009 Perşembe

"Bizim Köy" ve Mahmut MAKAL

1930 Yılında Demirci Köy’de yoksul bir çobanın oğlu olarak dünyaya gelen Mahmut MAKAL, eserleri 18 dile çevrilmiş, İvriz Köy Enstitüsü kökenli, idealist bir eğitimcidir.
Mahmut MAKAL 1950’de, Nurgüz Köyü’nde tuttuğu notları bir araya getirerek yazdığı “Bizim Köy” isimli romanıyla, kendisiyle beraber belirecek olan “Köy Romanı” geleneğini de başlatmıştır. Köy gerçeğini yalın bir yolla anlattığı kitapları ve köy sosyolojisine olan katkıları emsalsizdir. O dönemde bir yayınevinin dört baskı yapması da iyi bir gelişmeydi. Bu yolu takip eden ve geliştiren edebiyatçılarımızdan bazıları Fakir BAYKURT, Talip APAYDIN, Orhan KEMAL, Yaşar KEMAL, Necati CUMALİ’dir. Bu tarz edebiyat, genelde Köy Enstitüleri çıkışlı aydınlar tarafından ortaya çıkarılmıştır. MAKAL, kitabının basıldığını ise kolaylıkla öğrenir zira evine baskın yapılmış ve evi aranarak, kitapları götürülmüştür. Hatta dönemin Niğde Valisi İbrahim Kutlar köye gelerek köylülere “aç mısınız, çıplak mısınız” diye bağırmak suretiyle gazete manşetlerindeki yerini almıştır. Tabii ki Mahmut MAKAL bunların ödülünü almakta gecikmedi. Kitap çıktıktan üç ay sonra tutuklandı ama ceza verilmeden salıverildi. Sonrasında da; 1968 Kasım’ında ise, 17 sene yaptığı öğretmenlik mesleğinden “soruşturma ve maaş cezalarından bıktığı için” istifa etmek zorunda kalıyordu.
Romanı ilk okuduğumda, köyüm olan Mamasun’un isminin geçmesinden dolayı çok ilgimi çekmişti. Ama asıl önemlisi: Köy gerçeğinin, köydeki yokluğun, köydeki gözlemlerinin henüz 20’li yaşlarda olan genç bir öğretmen tarafından bu derece dolaysız ve olduğu gibi yazılıyor olmasıydı.
Ayrıca, dalları bugünlere değin uzanan, hem de kırılacakmış gibi gözükmeyen bir anlayışın; sorgulamadan, körü körüne bağlı kalmanın ve kırsalın politikaya ve politikacıya bakış açısının daha iyi anlaşılması için de bu eserin okunması gerekmektedir.
Kendisiyle ve eşiyle 2006 Eylül ayında yaptığım telefon görüşmesinde Aksaray köylerini anlatarak Anadolu’yu sarsan bir yazarın dilinden Aksaray’ı bir kez daha dinlemenin hazzını yaşamıştım.
Bir yazar için, ürettiği eserlerin okunuyor olması ve birçok dile çevrilmesi tabii ki en büyük ödül olsa gerek ama bunun yanında, kitaplarının içeriğine bakılırsa “malum kafa” tarafından defalarca mahkemelerde yargılanması ve bir müddet de cezaevinde yatması, Mahmut MAKAL’ın çizgisi ve eserlerinin etkisi ve verimliliği noktasında bize bilgi vermektedir.
Yakın zamanda Hayal ve Gerçek-yirmi beş yıl sonra Bizim Köy, Yeraltında Bir Anadolu, Deli Memedin Türküsü isimli eserleri Literatür Yayıncılık tarafından tekrar yayınlanan MAKAL’ın Bozkırda Kıvılcım - Enstitülüler, Köy Enstitüleri ve Ötesi, Kuru Sevda ve Memleketin Sahipleri isimli eserleri de tekrar yayınlanmak üzeredir. Geçen sene “Bizim Köy” romanını arayıp bulamadığım Aksaray’da, yeniden basılan bu kitaplarının elden ele dolaşması ne güzel olurdu.
Kendisi 1967 yılında Uluslararası Eğitim Bilim ve Kültür Kuruluşu UNESCO’nun ‘Dünya Kültürüne Hizmet Ödülü’nü aldı. Zamanımızdaki gibi “şikayetçi” ve tribünlere oynayan edebiyatçılardan olmayan MAKAL, yurt içinde de ödüller almıştır. Bunlardan bir tanesi de 1977’de Türk Dil Kurumu tarafından verilen Gezi Ödülü’dür. Eserlerine ve yaptıklarına baktığımız zaman Aksaraylılar olarak Mahmut MAKAL’la ne kadar gurur duysak azdır. Ortaokul yıllarımda bir imza gününe geldiğini hatırlıyorum, dileriz tekrarı olur ve biz de hemşerileri olarak, kendi memleketinde Mahmut MAKAL’ı tekrar görme şansını yakalarız.
M. Aytaç ARIBAŞ

11 Mart 2009 Çarşamba

HALİL CİBRAN - "bir edebiyat sürgünü"

Cibran'ın 1923'te yayınlanan "Prophet/Ermiş" isimli eserinin günümüzde yayınlanan Fransizca baskısının önsözünde öyle diyor Amin Maalouf." Bir edebiyat sürgünü"...
Özellikle ilk aşkını anlattığı eseri olan "Kırık Kanatlar" ile Doğu'nun arabesk kadercilik üzerine kurulu ve adaletten uzak tavrına bir başkaldırı niteliği taşıyan "Asi Ruhlar" isimli eserlerinden sonra aforoz edilip "Bir dağın değil,bir şiirin ismidir" dediği memleketi Lübnan'dan sürgün edilen Cibran'ın, bunların yanında edebi anlamda da sürgüne maruz kaldığından ve hep palto altında okunan bir yazar olduğundan bahseder, memleketlisi olan Maalouf..
"Doğrusu sürgünde geçirdiğim yıllar için pişman değilim" diyen Cibran, o zamanın Arap toplumu parametrelerine baktığımız zaman bu sürgünü hak etmişti. Ki bu parametreler hemen hemen bugün de geçerlidir. Fakat o Doğu'ya, yani ışığın yükseldiği yere yakışanı yapmış, hakikati söylemekten kaçınmamıştır hiçbir zaman. Ne pahasına olursa olsun.
"Eğer benim matemimi kahkahaya, tiksintimi coşkuya, aşırılığımı normale çevirmek isteyen varsa; ona düşen, bana Doğulular arasında adaletli bir yönetici, dürüst bir kanun koyucu, bilgeliğiyle amel eden bir dini lider, karısına kendi nefsine baktığı gözle bakan bir koca göstermektir. Beni dans ederken görmek ve davul zurna çalarken duymak isteyen; beni mezarlar arasında durdurmamalı, düğün evine çağırmalıdır."
Amerika'nın 28. Başkanı olan Woodrow Wilson'un da dediği gibi "O, Batı'yı kasıp kavuran ilk Doğulu fırtınadır." Mehcer edebiyatının öncüsü de Cibran olmuştur. Cibran'ın kaleminde hayat bulan El-Mustafa, hakikati işaret ediyor ve öğretilerini sıralıyorken, bu öğretileri barındıran "Prophet" isimli kitabı 1923'ten bu yana ABD'nin en çok satanlar listesine İncil'in ardından ikinci kitap olarak, bir daha çıkmamak üzere giriyordu. Öyle ki 20.Yüzyılın dünyasında Shakespeare ve Lao Tze'yle beraber en çok okunan 3. ozan olmuştur Cibran. Elvis Presley'in de sıkı bir Cibran hayranı olduğunu ve "Ermiş"in binlerce kopyasını dağıttığını biliyoruz.
60'lı yıllardaki özgürlük rüzgarlarının da beslendiği kaynaklardan olmuştur Cibran'ın kitapları, her zaman olduğu gibi. 1920'lerin sonlarına doğru bir gece vaktinde "Yeryüzü Tanrıları" isimli eserini yazdığı dönemde, dışarıda kar altında yazmak ister eserini. Dışarı çıkar ve Central Park'a gider. Yanına gelen polisler Cibran'a nereli olduğunu sorduktan sonra, polislerden bir tanesi "Sizin oradan bir yazar var, ne zaman ki kitapları evime girdi, eşim bana itaat etmeyi bıraktı, artık benimle tartışabiliyor. Sanırım o yazarın ismi Halil Cibran'dı. Hiç duydun mu bu adamı" der. Cibran da "evet duymuştum" der.
Türkçeye "Ermiş" ve "Nebi" isimleriyle çevrilen "Prophet" isimli kitabındaki El-Mustafa ismini, Hz. Muhammed'i işaret ederek kullandığı iddia edilir. Bu iddia belki doğrudur bilemeyiz ama neticede kitapta gerek Kuran'ı ve gerekse İncil'i anımsatacak yeteri kadar malzeme vardır. Nihayetinde "Göğsümün bir yanında İsa, diğer yanında ise Muhammed oturur" sözü de Cibran'a aittir. "İnsanoğlu İsa" isimli eseriyle de İsa'yı insan olarak farklı bir açıdan ele almış ve kitabın her pasajında farklı bir insanın ağzından anlatmıştır.
Mehcer Edebiyatı'nın kurucularından olan Cibran, Amerika'da aynı zamanda kendisi gibi Arap olan edebiyatçı ve sanatçılarla birlikte "Golden Circle" yani Altın Halka isminde bir Arap birliği kurmuştu fakat birliğin çalışmaları, toplantıları uzun soluklu olamamıştı.
"Sırtını güneşe çevirirsen, gölgenden gayrı bir şey göremezsin. Onlara güneşi işaret ettim, onlar parmaklarıma baktılar."
İlk ve karşılıklı aşkı olan Selma Karamy ile yaşadığı yasak aşkın son perdesinde sevgilisinin mezarına kapanıp ağlayan Cibran'ın aşkları da kendine özgüydü. 1912'den ta ki vefat ettiği tarih olan 1931'e kadar, kendisi gibi bir Arap edebiyatçı olan Nasıra doğumlu Mey Ziyade hanımefendi ile büyük bir aşk yaşadı. Her ikisi de bir araya gelebilecek imkanlara sahip olmalarına rağmen, okuduğumuz mektuplarında da şahitlik ettiğimiz bu yüce aşka rağmen (veya bu yüce aşktan dolayı) ne birbirlerinin sesini duymuşlar ve ne de bir kez olsun bir araya gelmişlerdir. Zahiri anlamda sadece mektuplarla iletişim kurmuşlardı. Cibran'ın vefatından sonra Ziyade hanımefendi bir süre psikolojik tedavi görmüş ve sonrasında da ruhsal durumu bir türlü eskisi gibi olamamıştır.
"Dudaklarımı kutsal ateşle yıkadım, aşktan bahsetmek için."
William Blake'e olan edebi benzerliğiyle anılan Cibran 1908 - 1910 yılları arasında, hemşerisi ve dostu olan Youssef El-Hoveyyik ile geldiği Paris'te Rodin'le tanışmış olmakla beraber, bu süreçte Nietzsche'nin de eserleriyle tanışmış ve ondan çok etkilenmiştir. Daha sonra bu etkilenmeyi "Nietzsche kelimeleri ağzımdan çalmış" diyerek ifade edecektir. "Rodin" demişken... Bazı kaynaklarda Cibran'ın Rodin'den ders aldığından bahsedilmesine rağmen, Cibran'la anılarını kitaplaştıran Youssef El-Hoveyyik'in ifadesiyle Cibran Rodin'den hiçbir zaman ders almamıştır. Fakat Hoveyyik, bahsi geçen anı kitabında, Cibran'ın da eserlerinin sergilendiği bir sergiyi  Rodin'in de ziyaret ettiğinden bahseder. Başka da bir anı yoktur bugüne kadar gelen.
25 - 27 yaşları arasında bulunduğu ve kendisine çok katkı sağlayan Paris döneminde her hafta sonu Louvre Müzesi'ne gitmeyi ihmal etmeyen Cibran, bir müzede saatlerce izlediği bir kadın heykelinden sonra müzeden çıkarken "o saatlerce izlediği kadın heykeline saygısızlık olmaması için kafasını yere eğerek ve gözlerini kısarak çıktığından" bahseder mektuplarının birinde.
"Beşeri kanunları yalnızca iki kişi çiğner; deli ve dahi. Bu ikisidir, Allah'ın kalbine en yakın insan."
Cibran'ın Nietzsche'ye olan ilgisinin yanında, her ikisinin de hayatı incelendiğinde, maalesef bu her iki müstesna insanın da rahatsız bir ruha sahip olduğunu ve hayatlarını sıkıntıyla ve hastalıklarla boğuşarak noktaladığını görebiliyoruz. Cibran, hayranlarıyla buluştuğu bir gün ansızın gelen ağlama krizinin ardından, bir süre sonra kanser olduğunu öğrenmekle birlikte doktorların yasaklamasına rağmen alkol tüketimini artırır ve sürecin daha da hızlı işlemesine sebep olur.
Öyle ki New York sosyetesi "Halil Cibran Şiir Geceleri" düzenleyip şampanyalar patlatırken o, "tapınağım" dediği ve hem sanatsal faaliyetleri için ve hem de evi olarak kullandığı dairede, başucunda Mihail Nuayme ile ölümü bekliyordu.
" 'Hak edene vereceğim!' dersiniz oysa bahçenizdeki meyve ağaçları ve otlağınızdaki sürü böyle demez. Onlar yaşayabilmek için, yok olmamak için verirler. Emin olun ki, gündüz ve geceleri yaşayacak kadar değeri olan insan, ona vereceğiniz her şeyi alacak değerdedir."
Çetin Altan'ın da sık sık Hewingway'dan alıntı yaptığı gibi "mutlu bir çocukluk geçirmiş kişi, edebiyatçı olmaz" gerçeği Cibran'ın hayatında da çıkar karşımıza. Babasıyla yaşadıkları sorunlar neticesinde çok küçük yaşlarda annesiyle İngiltere'ye gelmek zorunda kalan Cibran hayatının hiçbir döneminde düzenle bir aile yaşantısına sahip olmamıştır. Ne evlat ve ne de aile babası olarak.
Yalnızlığı çok sevmiştir her dem. Ki zamanın ve mekanın ötesine eserler bırakan, ismi sonsuza dek yaşayacak olan nice faninin gölgesi ve arzusu olmuştur yalnızlık. Cibran da, etrafını kuşatan nice kalabalığa rağmen "ruh" anlamında yalnız bir insandı. Belki de bundan dolayı bir yazısında "Acaba Tanrı bana acıyıp da bir sağırlık hediye etmez mi!" diye serzenişte bulunmuştu.
"Bence bir hastalığın en iyi tedavisi inzivadır."
Kimi hikayelerinde de işlediği gibi "reenkarnasyon" düşüncesi hiç de uzak değildi Cibran'a. Belki de bu sayede, hep özlemini hissettiği o kutsal vadiye ve sedir ağaçlarına, ölümünden sonra kavuşmayı umut ediyordu. Kim bilir...
48 yaşında yumdu gözlerini ve geride yüzlerce tablo ile sekizi İngilizce, sekizi de Arapça yazılmış olmak üzere tam 16 eser bıraktı. Hep bir şiire benzettiği Lübnan'da yaşamak istiyordu ileriki yıllarda. Bu dünyadan erken yaşta ayrılmasaydı belki de o da sırdaşı ve dostu olan Mihail Nuayme gibi bir asırlık bir hayat yaşayacak ve Quadicha Vadisi kenarında, sedir ormanlarının çevirdiği ve içerisinde İştar ile Nasıralı İsa'nın resimleri olan tapınaklara yakın bir evde münzevi bir hayat sürecekti.
"Öleceğim ve ruhum bir süre dinlenecek ve sonra bir kadın gebe kalacak bana ve yeniden dünyaya geleceğim."
Sürgün hayatı vefatından sonra da devam etti. Doğduğu ve anasının atalarının din adamlığı yaptığı ve kendisinin aforoz edildiği kiliselere sahip bu ülkenin Bhserri Köyü yakınlarındaki Quadicha Vadisi'ne bitişik Mar Sarkis Manastırına gelen cenazesi, önce birkaç sene başka kiliselerde bekletildikten sonra, buraya getirilebildi. Fakat sürgünlük bununla da bitmemiş olacak ki, üzerinde "Gözlerinizi kapayın ve bakın etrafınıza, beni göreceksiniz, ben yanınızdayım." şeklinde, kendisine ait bir cümlesi bulunan mezarından çalınan kemikleri şimdi kim bilir nerde bu sürgünlük hayatını devam ettirmektedir. Meczuplar lahiti de çalmasınlar diye, mermer lahit yere zincirlenmiş şekilde tutulmaktadır şimdi.
"Gerçek dansınızı, toprak el ve ayaklarınızı geri istediğinde yapacaksınız."
Hala hakikati seslediğinden şüphe yok Cibran'ın. Zira en son birkaç sene evvel Mısır Enformasyon Bakanlığı tarafından, kitaplarının Mısır'da satılması yasaklandı. Ama ne olursa olsun, ruhu ve gönlü Doğu'nun erdeminden, hikmetinden nasiplenmek isteyenlerin kıyamete kadar beslenebilecekleri kaynaklardan birisi olarak kalacaktır Cibran.

M.Aytaç ARIBAŞ